22 Nisan 2013 Pazartesi

Türk Sineması Seyir Defteri #2 Tabutta Rövaşata (1996)


Bağımsız Türk Sineması'nın günümüzdeki en önemli temsilcileri ilk filmlerini 90'larda birer birer sıralardılar. Tanımı "Türk asıllı" olsa da Ferzan Özpetek Hamam ile, Zeki Demirkubuz C Blok ile, Nuri Bilge Ceylan ise Kasaba ile büyük başarılara gebe kariyerlerine adım attılar. Bu saydığımız isimlere eklenecek bir isim daha varsa akla ilk gelecek isim Derviş Zaim'dir. Gösterime girdiği yıl bir çok önemli ödülü toplayan, Türk Sinema Tarihinde adına ayrı bir yer açılan Tabutta Rövaşata ise bir yönetmen için bundan daha iyi başlangıç olamazdı dedirten türden bir film!

Deniziyle, simgesel tarihi özelliğiyle, alt ve üst şehir kültürlerinin çok iyi karışımı olan yapısıyla İstanbul'un özeti kıvamında olan bir semt; Rumeli Hisarı ve git gide yitirdiğimiz ne kadar insani ve masum duygu varsa içinde barındıran bir meczup; Mahsun... Tek dostları olan gariban ve alkolik balıkçıların yardımlarıyla kursağından bir lokma geçen, tek derdi az biraz karnını doyurmak ve bir çoğumuzun ayrımına dahi varamayacağı ısınmak Mahsun'un. İnşaat köşelerinde, deniz kenarındaki buz gibi kayıklarda uyumaya ya da daha doğru bir ifade ile sabaha kabuşmaya çalışıyor, tek tutkusu gibi görünen araba hırsızlığını ise zevkinden değil de ellerini yapıştırdığı kaloriferleri için yaptığı da malum...

Karakterimizin adındaki ses benzeşmesinden de hareketle mahzun yani hüzünlü bir hikayenin içine çekiyor bizi Derviş Zaim, tüm hızı ve şamatasıyla akıp giden İstanbul'un içinde geçen fazlasıyla gerçek hatta ürkütücü bir hikaye... Yaşadığı tüm zorluklara, yediği dayaklara ve soğuğa rağmen sıkışıp kaldığı o daracık tabuttaki mücadelesini hiç bırakmıyor Mahsun yani filmin adını betimlercesine tabutta rövaşata çekmeyi denemekten vazgeçmiyor. 

Bir dostun ölümüyle başlayan Mahsun'un hikayesi trajikomik hatta dönemin ruhuna uygun biçimde Reha Muhtar ya da Sadettin Teksoy haberciliği kıvamında bir televizyon haberi ile son buluyor. Buz gibi, ürkütücü ve insani tüm duyguları derinden sarsan hikayesiyle denizde bir damla misali umrumuzda bile olmayan Mahsun'un ancak nasıl ilgimizi çeken bir olaya imza attığını buruk bir tebessümle izleyip ve belki de gülüyoruz ağlanacak halimize.

Derviş Zaim'in filme akıl almaz biçimde yerleştirdiği tavuş kuşları ise resmi daha da zenginleştiriyor. Mahsun'un bu kuşlarla kurduğu garip ilişki ve dikkatli izlendiğinde resmedilen İstanbul'un ve dolayısıyla Mahsun'un dünyasındaki en renkli kısımların bu tavus kuşları olduğu gözlerden kaçmıyor.


Baba Zula ve Yansımalar'ın muhteşem müzikleri ile gelmiş geçmiş en iyi yerli film müzikleri arasına rahatlıkla girebileceğini söylemeliyim. Müthiş enstrumantel öğeler içeren eserlerin filmin akışına ve temasına öenmli katkılar yaptığı bariz biçimde ortada. Oyunculuklara geldiğimizde iki büyük usta adeta döktürüyor. Mahsun rolünde izlediğimiz Ahmet Uğurlu o tanıdık bildik doğal ve derin mimikler taşıyan oyunculuğuyla adeta ışıldarken Tuncel Kurtiz de Reis karakteriyle izlemeye doyum olmayan bir performans sunuyor.

Ürkütücü derecede gerçek hikayesi, sunduğu İstanbul atmosferi, amiyane tabirle cuk diye oturan müzikleri ve usta oyunculuk performansları ile sinemamız adına mihenk taşı sayılabilecek filmlerden Tabutta Rövaşata. Derviş Zaim'in sonraki filmlerinde daha farklı bir çizgiye geçtiğini de düşünürsek Ezel Akay işbirliğyle çekilmiş Tabutta Rövaşata nadir eser kıvamına geliyor...

20 Nisan 2013 Cumartesi

Türk Sineması Seyir Defteri #1 Hamam (1997)




Ne yazık ki Türk asıllı İtalyan yönetmen diye tanımlanan Ferzan Özpetek'in daha sonraki filmografisine de sirayet edecek izler taşıyan ve vizyona girdiği dönemde Türkiye'de büyük fırtınalar koparmış bir yapım; Hamam Batının her daim merak ettiği, üzerine mistik ve erotik bir çok anlatılar var olan (tıpkı ikinci filmi Harem Suare gibi) Hamam konusunu İtalya - Türkiye ekseninde anlatan film

Daha açılış sahnesi ile birlikte baş karakterimiz Francesco'nun kaos, huzursuzluk ve nihayetinde tatminsizlik kokan hayatı gözlerimizin önüne seriliyor adeta. Eşi demeye bin şahit gerektiren Martha ile Roma'da mimari projeler üzerine çalışan Francesco yıllardır adını bile duymadığı teyzesi Anita'nın İstanbul'da öldüğü ve kendisine bıraktığı evin satış işlemlerini halletmek için gönülsüz de olsa İstanbul'a gelip kendisini bekleyen değişime adım atıyor. Francesco ve Martha'nın düzensiz ve orta-üst sınıf mutsuzluğu kokan hayatına tezat bir hayat karşılıyor onu İstanbul'da misafiri olduğu ailenin yanında.

Ferzan Özpetek İstanbul'u neredeyse filmin temel öğelerinden biri haline getirmiş. Modernle gelenekseli, geçmişle bugünü bir arada bulunduran İstanbul, tam bir tezatlıklar şehri olarak resmedilirken Francesco'nun ve sonrasında Martha'nın da değişiminin çıkış noktası oluyor. Cumhuriyet döneminin neredeyse tamamına yayılan eskiden kurtulma, yakıp yıkıp rant elde etme hırsına karşı duruşunu da göstermeyi ihmal etmeyen Ferzan Özpetek kelimenin tam anlamıyla bir İstanbul güzellemesi çıkarmış ortaya.

Duygusal ve hümanist mesajlarıyla da izleyiciyi yakalayan Özpetek farkında olmadan iki önemli oyuncuyu da Türk Sineması'na kazandırmış oldu Hamam ile, o dönem 20'li yaşların başındaki Mehmet Günsür ve Başak Köklükaya'nın katıksız, duru oyunculukları bile filmi izlenir kılabilir. Şerif Sezer ve Alessandro Gassman'ın da üst düzey performanslarını hatırlatmak gerek. Türk Sineması'nın ekol erkek oyuncularından Halil Ergün ise rahmetli Mümtaz Sevinç'in dublajıyla birlikte alışılmışın dışında ve bir türlü kabul edilebilir gelmedi bana.

Gerek savunduğu değerler gerekse de eşcinsellik temalı aşk hikayesi ile cesur bir ilk film olan Hamam kesinlikle izlenmesi gereken bir yapım.