27 Şubat 2014 Perşembe

Oscar'a 3 Kala.... Oscar tahminleri ve değerlendirmeler...



Daha çok Oscar adı verilen heykelcikle tanınan Akademi Ödülleri'nin sahiplerini bulmasına sayılı günler kala adaylara ve ödüllerin yakın tarihine bir göz atacağımız yazımızla karşınızdayız. Tüm dünyada 50 Milyondan fazla insanın izlemesi beklenen törenin bizim açımızdan en büyük handikabı bu yıl açık kanaldan yayınlanmayacak olması. Oscar ödül töreni sadece Digituruk Sinema Paketi sahibi izleyiciler tarafından izlenebilecek (internetten izlemenin binbir yolunu saymazsak tabi!) Ödül törenini uzun yıllardır Mehmet Açar ve Engin Ertan gibi iki usta eleştirmenim de katılımıyla NTV ekranlarında izlemeye alışmış seyirciler için hoş olmayan bir durum ne yazık ki. Gecenin ev sahipliğini ise ünlü tv programcısı Ellen Degeneres yapacak

Bu yıl ki adaylıklara göz atacak olursak tabi ki en temel merak konumuz en iyi film ödülünün hangi yapıma gideceği. 2009 yılından bu yana 10 aday filmin yarıştığı bu dalda bu yıl diğerlerine göre öne çıkan birkaç film olsa da net bir yargıya varmak oldukça zor. Özellikle 11 Eylül sonrası verilen ödüllere bakacak olursak Amerikan tarihini ilgilendiren meseleler, kapitalizm ve ekonomik krizler, kültürel çatışmalar, savaşlar vs. gibi konuları ele alan yapımların ciddi bir biçimde kollandığını görmek mümkün. Amerikan olma ve birlikte yaşama tezi temalı Çarpışma'nın 2005'de, ekonomik krizle çırpınan dünyaya bir umut daima vardır mesajı veren Milyoner'in 2008'de, Irak Savaşı'nda geçen Ölümcül Tuzak'ın (bana göre skandal bir biçimde) Avatar'ı mağlup edip 2009'da ve İran devrimi sonrası ülkede mahsur kalan Amerikalı diplomatları kaçırmak için verilen "destansı" mücadeleyi konu edinen Argo'nun geçen yıl aldığı En İyi Film Oscarı ödülleri hala hafızalarda!

Son 5-6 yıldır dikkat çeken bir diğer mevzu ise Akademi'nin 10 adaylık liste içine hemen hemen her türden ve gelenekten filmler sıkıştırıyor olması. "Block Buster" dediğimiz gişe yapımları, Avrupalı (özellikle de Fransız) izleyiciyi çekmek için eklenen Fransız yapımı filmler, hemen hemen her yıl bir örneğini gördüğümüz Afro-Amerikan toplumuyla ilgili yapımlar, bağımsız sinemanın kara-mizah unsuru içeren örnekleri... 10 filmlik seçkide bariz bir biçimde denge unsurları gözetildiği görülebiliyor.



Bu yılki adaylıklara geldiğimizde ise Amerikan tarihi ve toplumsal meselelerden dem vuran Dallas Buyers Club, American Hustle ve 12 Years A Slave gibi filmlerin yanında Amerikan Milliyetçiliği yapan Captain Philips, görsel bir şölen sunan Gravity ve alışıldık Scorsese biyografilerinden The Wolf of Wall Street gibi yapımlara rastlıyoruz. İngiliz yapımı Philomena ise BAFTA'ya selam çakmak için listede!

EN İYİ FİLM 

Dünya genelinde eleştirmenler tarafından yapılan bir çok tahminde 12 Years A Slave öne çıksa da Alfonso Cuaron'un ayaklarımızı yerden kestiği Gravity ve Spike Jonze'un milyonların yüreğine dokunduğu Her de öne çıkan yapımlar. Yakın zamanda yaşadığımız Ölümcül Tuzak ve Aşık Şekspir gibi sürpriz zaferleri de göz önüne aldığımızda şu kesin kazanır demek daha da güçleşiyor.


Kazanır dediğim >>>> 12 Years A Slave

Kazansa şaşırmam >>>> Gravity

Keşke kazansa >>>> Her


EN İYİ YÖNETMEN

En iyi Yönetmen dalında yarışan 5 adayın hepsi gelenek olduğu üzere en iyi film dalında da rakipler. Senaryo dalında daha önce 2 kez aday gösterilen Alfonso Cuarón "Gravity" ile, üçüncü uzun metraj yapımı ile Oscar adaylığı elde eden Steve McQueen "12 Years A Slave" ile, daha önce 2 kez bu ödüle aday gösterilip eli boş dönen David O. Russell "American Hustle" ile, bu yıl dahil toplamda 8 kez aday gösterilip sadece Köstebek ile zafere ulaşan Martin Scorsese "The Wolf of Wall Street" ile, 2 kez senaryo 2 kez yönetmen dalında aday olup senaryo dalında ödülleri toplayan Alexander Payne "Nebraska" ile yarışa dahil oldular.

Altın Küre'de zafere ulaştığı gibi otoritelerin de kazanacaktır diye görüş birliğine vardıkları isim: Alfonso Cuaron. En İyi Film dalının en güçlü adayı 12 Years A Slave'in yönetmeni Steve McQueen ise bir diğer güçlü aday olsa da rüştünü ispatlaması için önünde uzun yıllar olduğu görüşü hakim.


Kazanır dediğim >>>> Alfonso Cuaron

Kazansa şaşırmam >>> Steve McQueen

Kazanması gereken >>> Alfonso Cuaron


EN İYİ ERKEK OYUNCU

Kimin galip geleceği en çok merak uyandıran dal ise hiç şüphesiz En İyi Erkek Oyuncu. Akademi yıllardır es geçtiği Leonardo Di Caprio'yu bu kez görecek mi? Yılın sürpriz ismi Chiwetel Ejiofor gecenin sürprizini yapacak mı? Kariyerini en iyi performansını sergileyen Matthew McConaughey gecenin galibi olacak mı? Bu sorular eşliğinde izleyeceğimiz ödül töreninde bana göre zafere ulaşması en muhtemel isim Matthew McConaughey.


Kazanır dediğim >>>> Matthew McConaughey

Kazansa şaşırmam >>> Leonardo Di Caprio

Kazansın artık dediğim >>> Leonardo Di Caprio


EN İYİ KADIN OYUNCU

En İyi Kadın Oyuncu dalında ise sürprize gebe olsa da Cate Blanchett'ın birkaç adım daha öne çıktığını görüyoruz. Woody Allen harikas Blue Jasmine ile yıla damga vuran Cate Blanchett altın heykelciği ikinci kez kucaklamaya çok yakın. American Hustle ile büyük sükse yapan Amy Adams ise sürpriz yapması en muhtemel isim. Usta oyuncu Meryl Streep'in de 18. kez bu yarışın içinde olduğunu da eklemeden geçmeyelim.



Kazanır, kazanmalı, kazanacak >>> Cate Blanchett

Kazansa şaşarım >>> Amy Adams


YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM

Kişisel olarak en çok ilgilendiğim dal olan Yabancı Dilde En İyi Film ödülünde ise büyük bir rekabet yaşanıyor. İzleme şansı bulduğum Broken Circle Breakdown ile Jagten'in önemli favoriler olduğu ödülün bir diğer favorisi ise The Great Beauty. Bir çok izleyici hüzün nöbetine sokan Broken Circle Breakdown'un kazanacağını düşündüğüm ödülün sürpriz filmi ise The Great Beauty olabilir.

Kazanır >>> Broken Circle Breakdown

Kazansa şaşırmam >>> The Great Beauty

Hani olur ya dediğim >>> Jagten

23 Şubat 2014 Pazar

İBB Şehir Tiyatroları'ndan sağlık sistemine hicveden bir bakış: KES VE KAÇ





Yabancı dilden çevrim tiyatro oyunu dağarcığımızı bu ay itibariyle bir yazar daha kazandı; Peter Forsler. Drama eğitmenliği yaparken kaleme aldığı ilk metin olan Tercih'in 1979 yılında sahnelenmesi sonrasında daha yoğun bir şekilde oyunlar yazmaya başlayan Horsler özellikle kadın oyuncular için yazdığı oyunlarla dikkat çekiyor. Dramadan hicve kadar her türde eserler veren ve on farklı ülkede sahnelenme şansı bulan Horsler yazdığı oyunları sahnede görmeden tamamlanmamış birer metin olarak gördüğü için kitap olarak basılmasına da izin vermiyor.

İBB Şehir Tiyatroları'nın en başarılı sanatçılarından olan Bora Seçkin'i son 6 sezondur izlediğimiz Duşan Kovaçeviç oyunlarından hatırlayabiliriz. Sırasıyla İntiharın Genel Provası, Buluşma Yeri ve Dar Ayakkabıyla Yaşamak gibi oyunlarda Kovaçeviç'in klasikleşmiş sistem eleştirilerini seyirciye en net olarak aksettiren isim olarak çıkmıştı karşımıza Bora Seçkin. Açlık, savaşlar, hastalıklar ve kapitalizm gibi dünya meselelerine dair çok şey söyleyen bu oyunlarda rol aldıktan sonra yine benzer bir söylemi olan Kes ve Kaç'ın rejisinde karşımıza çıkıyor.

Tek hastalığı zenginlik ve sosyete budalalığı olan bir orta yaş üzeri bir kadın, lotodan ikramiye kazanmış ve kendisini spora vermiş bir adam ve eşi, karnı burnunda, çenesi düşük alt sınıftan bir kadın. Hepsi Londra'daki bir doktor kliniğinde buluşup randevularını beklemeye koyuluyorlar ve tam anlamıyla curcuna başlıyor. Dolandırıcı ve düzenbaz bir doktor ile dürüst ya da en azından dürüst kalmaya çalışan başka bir doktor ekseninden özel sağlık hizmetleri ve devletin insan sağlığına yaklaşımını hicveden oyun ilk perde biraz zorlansa da ikinci perdede İbrahim Can ve Berrin Koper'in muhteşem performanslarıyla uçuşa geçiyor.


Berrin Koper
Tam gün yasası ve muadil ilaç kullanımını tartışarak geçirdiğimiz son yıllara selam çakarcasına konuya sert göndermelerde bulunmak da ihmal edilmemiş. Yer yer mesaj kaygısı ve gönderme yapma arzusu fazla alenileşse de bu durumun oyunun genel gidişatına zarar verdiğini söyleyemeyiz. 1999'da İngiltere için yazılmış oyunun 2014 Türkiye'sini de ne denli güzel yansıttığını görmek de ilginç doğrusu!

Oyun özellikle ilk perdede fazla yoğun dekor kullanımı ve bence dramaturgiden kaynaklanan sebeplerle kopuk kopuk ve seyirciye uzak bir görünüş sergiliyor. Kerem Yılmazer gibi geniş sayılabilecek bir sahnede gözü bu denli yoran dekorların Haldun Taner veya Reşat Nuri sahnelerinde nasıl kullanılabileceğini kestirmek çok güç. İzlediğim gösterim muhtemelen oyunun 9 ya da 10. temsili olduğundan bu tip sıkıntıların zamanla düzeleceğini düşünüyorum.

Betül Kızılok
Bora Seçkin ile kader birliği etmişcesine yıllardır aynı sahneyi paylaşan İbrahim Can'ı düzenbaz doktor rolünde oldukça sempatik ve başarılı buldum, usta oyuncu Rıdvan Çelebi içinse hiç bir şey yapmayıp sadece konuşsa ses tonu bile yeter diyorum. Hemşire rolünde Eylül Soğukçay ilk tiyatro deneyiminden başarıyla çıkarken doktor Glove rolünde Cem Karakaya da kendisine yakışan bir oyun çıkarmış. Hamile kadın karakterini büyük bir enerjiyle adeta soluksuz canlandıran Betül Kızılok'a da ayrıca bir tebrik gerekiyor. Oyunun zirvedeki performansını ise tabi ki sona sakladım, hastalık hastası zengin kadın ile dört dörtlük bir oyun sunan Berrin Koper ustalığının hakkını vermiş, kendisini en son 2009 yılında Balıkesir Muhasebecisi'nde izlemiştim, neredeyse özdeş bir rolde yine çok başarılıydı.

Bir kısım izleyicinin dizilerden, tiyatro severlerin de başarıyla rol aldığı oyunlardan tanıdığı Özge Özder ise oyunun gidişatına oldukça etkili ancak fazla öne çıkmayan bir rolde karşımıza çıkıyor. 

Özge Özder

15 yıl önce İngiltere için yazılmış olan Kes ve Kaç 2014'ün Türkiye'si gibi dünyanın bir çok yerini de kapsayan bir hikaye ne yazık ki. Yüzyıllardır insanlığın ve siyasetin temel kavgalarından olan devlet halk için midir halk devlet için midir sorusunu akla getiriyor en nihayetinde. Yer yer mesaj kaygısı fazla öne çıksa da, gözü yoran dekoru rahatsızlık verse de zamanla rayına oturacağını düşündüğüm Kes ve Kaç mutlaka gidip izlenilmesi gereken bir oyun.

18 Şubat 2014 Salı

Sinemanın "Ozon" tabakası : Dans la maison (Evde) 2012





1997 yılında çektiği Regarde la mer ile uzun metraj sinema hayatına başlayan François Ozon, Fransız Sineması'nın en ilgi çekici yönetmenlerindendir. Özellikle kadın karakter yaratmadaki incelikli ve çekici işçiliği hemen hemen her filminde kendisini belli eder. 2005 yılına kadar perdeye taşıdığı Le temps qui reste, Les amants criminels, Gouttes d'eau sur pierres brûlantes ve Sitcom gibi yapımlarla kendinden söz ettirmekle kalmayıp sağlam bir izleyici kitlesi edinen Ozon şu sıralar olgunluk dönemi filmlerini birer birer sıralamakla meşgul!

8 femmes, Swimming Pool ve 5X2 gibi genellikle kadın karakterleri ile öne çıkan, yer yer tedirgin hatta rahatsız eden filmleriyle son 10 yıla da iyi işler sığdırmış olan Ozon 2012 yılını ise bir çok festivalden ödüllerle dönen Dans la maison (Evde) ile tamamladı.

Sanat galerisi işleten karısı Jeanne ile orta yaşlı bir orta sınıf hayatı sürmekte olan lise edebiyat öğretmeni Germain'ın hayatları 2. sınıf öğrencisi Claude'un verdiği bir kompozisyon ödevi ile renkli ve bir o kadar da karmaşık hal almıştır. Sınıf arkadaşı Rafa'nın evinde geçirdiği bir günü usta bir yazar havasında duru ama bir o kadar da güzel betimlemelerle anlatan Claude yazdıkları ile Jeanne ve Germain'i adeta kendisine bağımlı kılar. 3 kişilik bir çekirdek ailenin evinde yaşananları bazen abartılı bir gerçeklik ile bazen de arkadaşının annesine duyduğu tuhaf takıntı süzgecinden geçirerek anlatan Claude'un yazım yolculuğu öğretmeni Germain'in de katılmasıyla tuhaf ve karmaşık bir hal almaya başlar.

Woody Allen filmi tadında bir anlatımla -sıklıkla geveze, muzip, mizahi ve kafa karıştıran- bir hikaye anlatıcılığına soyunan François Ozon basit bir öykü üzerinden yazar-okur ilişkisini mercek altına alıyor. Juan Mayorga'nın "Arka Sırada Oturan Çocuk" isimli oyunundan uyarladığı filmin yazım sürecini anlatan Ozon senaryoyu oluştururken kendi yazım deneyimlerini de göz önüne aldığını vurguluyor.

Woody Allen-Diane Keaton ikilisine benzer bir şekilde orta sınıf entellektüel atışmaların tam ortasında yaşayan Jeanne-Germain çiftinin Claude'un yazdıkları sonucu bir süre sonra tamamen manipüle olan konumuna gelmeleri de hikayenin dikkat çekici yanlarından. Ozon, yer yer kurgu ile gerçekliği birbirinden ayırması güç derecede altüst ederek izleyicisini zihin jimnastiğine çıkarmayı da ihmal etmiyor.

Germain rolündeki Fabrice Luchini ile Jeanne rolündeki Kristin Scott Thomas'ın çok iyi bir kimya yakaladıklarını da atlamadan söyleyelim. Aksansız biçimde Fransızca konuşabilen İngiliz aktris Kristin Scott Thomas yönetmenin bizzat isteği sonucu hafif bir İngiliz aksanı ile oynamış.
Arayış içerisindeki lise öğrencisi Claude'a hayat veren Ernst Umhauer'ü de oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim. Fransız Sineması'nın zarafet sembollerinden Emmanuelle Seigner ise orta sınıftan mutsuz ev kadını Esther rolünde çok iyi bir performans ortaya koymuş.

Evde, izleyicinin zihnini kurcalayan, bir an olsun merak ve şüphe unsurunu eksik etmeyen bir film. Jeanne ve Germain'in içine düştükleri merak sarmalının içine seyirci olarak da düşüyoruz. Her filminde ibreyi biraz daha yükselten François Ozon sinematografisinde özel bir yer edinecek bir filme imza atmış. Mutlaka izlenmesi gereken bir yapım...

12 Şubat 2014 Çarşamba

En İyi Yabancı Film Oscar'ının Favorisi: Jagten (Onur Savaşı)


1998 yılında gösterime giren Şölen (Festen) ile hepimize şaşkına uğratmış bir isim: Thomas Vinterberg. Bir doğum günü kutlaması için bir araya gelen aile bireylerinin   aile sırlarını birer birer ifşa etmeye başlamasıyla işlerin kontrolden çıkışını ustaca kurgalayan Şölen Thomas Vinterberg'i bir anda gündeme oturtmuştu. Thomas Vinterberg 1996 yılında yaşadığı bu büyük başarının bir daha yanına yanaşamamıştı, ta ki şu an karşımızda olan Onur Savaşı'na (Jagten) kadar.

Kahramanımız, İsveç'in o bildik muhteşem doğası içinde, kendi halinde bir kasabada yaşayan Lucas. Görev yaptığı okul kapandıktan sonra bir kreşte çocuk bakıcılığı yapmaya başlayan Lucas eşinden ayrılmış ve ergenlik çağındaki oğluyla güç bela görüşebilir bir haldedir. Bakıcılığını üstlendiği çocuklardan, en yakın arkadaşının kızı Klara o yaştaki çocuklarda sık rastlanan başka başka imgeleri bir araya getirip olmadık şeyleri gerçek kabul etme eğiliminin sonucu olarak Lucas'ı kendisine cinsel tacizde bulunmakla suçlayınca her şey altüst olur.

Klara'nın söyledikleri o kadar mesnetsiz ve saçmadır ki Lucas ilk başlarda kendini savunma ihtiyacı bile hissetmez, insanlar hayal gücü geniş bir çocuk yerine yetişkin bir bireyi ciddiye alacaklardır ona göre! Beklediğinin aksine herşey tam tersi yönde gelişir ve en yakını bildikleri Lucas'ın suçlu olduğunu düşünür. Ortaçağ karanlığında olduğu gibi hiç kimse derinlemesine düşünmeye ihtiyaç bile duymamıştır ve cadı avı başlar.

Lucas her ne olursa olsun suçludur ve tertemiz olan toplumun korunması adına aforoz edilmeli, hayatı cehenneme çevrilmelidir artık! Bundan sonra karşımıza hızla psikolojisi bozulan bir Lucas çıkar, insanlara olan güvenini yitirmiş, aşağılanmanın bin türlüsünü görmüş en kötüsü de derdini anlatamamanın verdiği ızdırabın içinde...

Jagten öylesine sinir bozucu karakterler içeren bir film ki izlerken sakin kalabilmek mümkün değil. Yönetmen yarattığı bu karakterlerle izleyicinin sinirleriyle oynamayı başarmış diyeceğim ama bunların yönetmen elinden çıkma gerçek üstü karakterler olmadığını vurgulamak gerek, ne yazık ki dünyanın gerçeği bunlar...

Vinterberg sakin bir doğa içinde, fazla bir hareketlenmeye gitmeden ağır bir anlatım ile öyle bir çekicilik sunuyor ki hayran olmamak elde değil. Benzer bir konuyu işleyen Şüphe'de (Doubt) adı gibi bir şüphe unsuru vardı ancak Jagten'de neyin ne olduğunu, kimin suçlu kimin masum olduğunu en baştan biliyoruz. Vinterberg klasik bir sürpriz son ya da akıcı bir olaylar yığını filmi yapmaktan ziyade izleyiciyi sorgulama empati yapmaya itecek bir anlatım tutturmuş. Ben olsam ne yapardım sorusu sormadan filmi izleyecek bir seyirci düşünemiyorum.

Kuzeyli kötü adam rollerinin ünlü ismi Mads Mikkelsen Lucas rolünü yaşayarak oynamış adeta. Karakterin yaşadığı hayal kırıklıkları ve çöküntüler Mikkelsen'in yüzünde abartısız ve gerçekçi bir hal almış, son yıllarda gördüğüm en iyi aktör performansları listesi yapmış olsam ilk 10'a kesin girerdi Lucas rolüyle Mikkelsen. Cannes jürisi de benzer bir düşüncede olacak ki Mikkelsen'i Altın Palmiye ile ödüllendirmişler.

Sonuç olarak Jagten hiç bir fiziksel ya da metafizik öge göstermeden pastoral bir ortamda izleyiciye soğuk terler döktürüyor. Mads Mikkelsen'in performansı ve psikolojik dramanın en üst mertebesindeki anlatımı da eklediğimizde son yılların en iyi filmlerinden birisi karşımıza çıkmış oluyor.

9 Şubat 2014 Pazar

İSTDT'den yaşama ve insana dair bir oyun: YAŞAMAK DENEN BU ZAHMETLİ İŞ


1943-1999 yılları arasındaki 56 yıllık yaşamına 50'yi aşkın drama sığdırmış bir isim Hanoch Levin. Kendi kuşağının en dikkat çekici isimlerinden olan Polonya doğumlu İsrailli yazar yapıtlarında daha çok yaşam ve ölüm gibi temel insani ve varoluşsal sorunları ele almasıyla tanınır. İsrail tiyatro izleyicisi için Levin ile büyümüşlerdir demek abartılı olmasa da yazarın İsrail dışında da yankı bulmuş eserlerinin sayısı ancak bir elin parmakları kadardır. Levin varoluşçu bir yaklaşımla İsrail toplumunu, aile müessesesini ve politik meseleleri eleştirirken hayat verdiği "arızalı" karakterler ile de gülümsetmeyi başarmıştır.

50'yi aşkın eser vermiş sanatçının Türkiye'deki ana akım tiyatrolar ile buluşması ilk olarak bu sezon İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen "Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş" ile oldu. Orjinal adı The Labor of Life (Yaşam Mücadelesi) olan oyun 50'li yaşların başlangıcında, ölüme her gün biraz daha yaklaştıklarının bilincinde olan bir çiftin kendileri ve birbirleriyle giriştikleri hesaplaşmaya odaklanıyor.

Saat gece yarısını çoktan geçmiştir, bir yandan banyodaki musluktan gelen sinir bozucu damlama sesi bir yandan da bölünen hatta bir türlü gelmek bilmeyen uykusuyla mücadele halindedir 50'sini aşmış, 30 yıllık bir evliliğin bıkkınlığı içindeki Yona. Yatağın diğer tarafında karısı Leviva olanca derinliğiyle uykunun keyfini sürmekte ve Yona'nın tabiriyle İsviçre'de kayak yapma üzerine kurulu rüyalardadır. Su sesi ya da uyuyamamaktan daha büyük sorunu vardır Yona'nın, belki de ilk iki sorununun da nedeni olan; evliliğinin, yıllardır bir kişiye adanmış yaşamın vermiş olduğu bıkkınlık. Yona'nın kendisiyle olan dertleşmesi ile başlayan açılış sekansı "yatak devirme uzmanı" olan Yona'nın müdahalesi sonucu uyanan Leviva'nın da uyanarak hesaplaşmaya dahil olmasıyla yerini gelişmeye bırakır.
Yona rolünde Musa Uzunlar

Yona kadar açıkça söylemese de Leviva da yorulmuştur aslında başı sonu belli hayatından. Çocuklar büyümüş evden ayrılmış ve bir başlarına kalakalmışlardır. İçine düştükleri sıkıntı Leviva'nın dediği gibi dans dersleri almak, sosyalleşmek veya daha çok birlikte olmakla geçecek gibi değildir her ikisinin de çok iyi bildiği üzere. Evlilik, bağlılık, adanmışlık ve istim üzerinde yaşanan hayat bunaltmıştır ister istemez ikisini de ve Yona ciddi bir biçimde karısını terk edip "hayatını yaşamak" istemektedir. Bu noktada ansızın çıkıp gelen gelen Gunkel 10 dakikayı ancak bulan sahnesiyle en kibar tanımıyla bir "titreme" yaratacaktır üzerlerinde.

Yaşlı ve evli olanlar çok mutsuz ve sıkılmışlardır da bekarlar yani elinden tutacak, sarılacak kimsesi olmayanlar çok mu mutludurlar? Gunkel özellikle Yona'nın hayalini kurduğu hayatın sahibidir ama o da fazlasıyla mutsuz ve ızdırap içindedir. İnsanın doğasından gelen varoluşsal problemleri net biçimde ortaya koymak için gelmiştir adeta Gunkel! Sürekli bir umut, hedef ve amaç için yaşayan insan önünde sonunda hep bir boşluğa düşmektedir ve varlığını sorgulanmaya başladığı an kim olursan ol hafakanlar basmaktadır, ister Yona gibi evli ve sıkılmış ister Gunkel gibi kimsesiz ve umutsuz ol...
Leviva rolündeÜlkü Duru

Oyunda evlilik özelinde ele alınan en önemli mesele de hiç şüphesiz yaklaşmakta olan ve asla durdurulamayan ölüm. Yona'nın dediği gibi her gün biraz daha yaklaşmakta olan  bir gün uyanamayacak olma düşüncesi insanı deli etmektedir. Yona ve Leviva gelişmeden sonuca doğru dönen kavşakla birlikte hep bir şeyleri erteleyip ıskaladığımız hayata mizahi bir ağıt yakıyorlar adeta. Kaçınılmaz son tüm hızıyla yaklaşırken keşkelere mi sarılmalıdır insan oğlu yoksa elinde olana mı?

Hayat piramidinin zirvesinden son sürat inişe geçmiş olan Yona'nın mizahi ama bir o kadar da dokunaklı hesaplaşması bir bakıma Tolstoy'un ünlü eseri Ivan Ilyiç'in Ölümü'nü hatırlatıyor. Ölüm döşeğindeki Ivan Ilyiç de son saatlerinde geriye dönüp hayatına baktığında elinde olanlar hep pişmanlıklar ve beyhude uğraşlar olduğunu görmüştür netice olarak.

Gunkel rolünde İştar Gökseven
70 dakikalık süresi ve oldukça duru ve de akıcı metiniyle derdini çok iyi anlatan, düşündüren bir oyun Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş.İstiklal Küçük Sahne'de sıklıkla gülerek, tebessüm ederek izlediğimiz oyun sırasında yer yer gözleri dolanları, insan hayatına ve kaçınılmaz sonumuza yakılan ağıdı en derinden hissedenleri de görmek mümkündü. Yona rolünde tanıdık bildik ışıltısıyla parlayan Musa Uzunlar ve Leviva'da olduğu gibi  arızalı, nevrotik karakterlerin usta oyuncusu Ülkü Duru isimlerinin ve sanat yaşamlarının hakkını verir bir performans sundular. Gunkel rolüyle kısa da olsa etkileyici izler bırakan İşdar Gökseven de oldukça başarılıydı.

Ödenekli tiyatrolar üzerindeki tartışmalar her geçen gün artarken inadına daha iyi işler çıkarıyor sanki İstanbul Devlet Tiyatrosu. Bazı politik ve dizilere ağırlık verme gibi sebeplerle bazı usta isimleri eskisi kadar göremiyor olsak da sanat yönetmeninden oyuncusuna, ışıkçıdan gişe görevlisine kadar kalitesini yansıtmaya devam ediyor İstanbul Devlet Tiyatrosu. Geçtiğimiz yıllara damga vuran Profesyonel ve Sessizlik gibi oyunların ardından Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş de Devlet Tiyatrolarının tüm zarafetini ve kalitesini yansıtan mutlaka izlenmesi gereken bir eser.

2 Şubat 2014 Pazar

Woody Allen kokan bir film: Blue Jasmine (Mavi Yasemin)


Sıkı bir takipçisi olmasak bile film çekmeyi asla bırakmamasından ve her daim kendine özgü filmleriyle var olduğunu bilmekten hoşlandığımız bir isim; Woody Allen. Dile kolay 1974 yılından bu yana Woody Allen filmi izlemeden geçen bir yıl dahi yok. Gişeye oynamaktan ziyade sevdiği ve sevildiği şekilde filmler yapmaktan hoşlanmasından olsa gerek son yıllarda film bütçesi yaratmakta büyük sıkıntılar çekmişti Woody Allen. Roma, Paris ve Barselona şehirlerine adanmış -turistik amaçlı reklam kokan- seyyah gibi gezmesine yol açan filmleri de maddi sebeplerden çektiğini söylemek gerek. Midnight in Paris'in gişe başarısı elini rahatlatmış olacak ki tam da kendi dokunuşlarını taşıyan bir filme geri döndü Woody Allen; Blue Jasmine (Mavi Yasemin)

Mavi Yasemin ile birlikte daha önceleri Diane Keaton ve Mia Farrow'un büyük başarı ile temsil ettiği "Woody Allen'ın nevrotik kadınları" etiketini Cate Blanchett devralmışa benziyor! Kendisine jet set bir hayat yaşatan eşi Hal dolandırıcılık suçundan hapse girip de elinde sadece Avrupa'dan alınma markalı kıyafetleri ve Louis Vuitton valiziyle kalan Jasmine'in kan bağı olmayan kardeşi Ginger'ın yanına San Francisco'ya taşınmasıyla başlıyor film. Jasmine tam bir kültür ve sınıf farkı şokunun içinde çıkıyor karşımıza, başlangıçtan beri her şeyden haberi olmasına rağmen sırf elde ettiği lüks yaşam ve statü için gözlerini diğer tarafa çeviren Jasmine kocasının kendisini terk etme kararı ile bir anda gözlerini açıyor ve kocasını ihbar ediyor.

Daha en başta derdini belli ediyor Woody Allen, özellikle Amerikan toplumunun ne denli bir ahlaki ve sosyal çöküntü içinde olduğunu gösteren tespitler yer yer arka planda bile olsa gözümüzün önüne seriliyor. Sözde hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranan "ben de kandırıldım" diyen Jasmine, kendisini yukarı tabakaya çıkaracak bir adamı bulduğunda "lümpen" ama kendisine aşık Chili'ye tekmeyi basan Ginger ve girdikleri rüyadan uyandıklarında feryadı koyveren diğerleri...

İnsanın kendisine kurduğu sahte gerçeklikten uyanmak zorunda kalıp gerçeğe dönmesinin ne denli zor bir deneyim olduğunu gözlemliyoruz Jasmine'in öfke nöbetleri geçiren nevrotik kişiliğinde. Önceleri Chanel, Dior ve Louis Vuitton ile teselli ettiği sahte kişiliğini her şey gittikten sonra Martini şişelerinde ve anti depresanlarda avutuyor.

Tipik Woody Allen işçiliği "hafif ve tatlı bir romantik komedi" şeklinde başlayan film git gide psikolojik dramanın karanlık dehlizlerine girmeye başlıyor. Başlangıçta hiç bir şeyden haberi olmayan izleyici belli bir düzeni olmayan ama gayet net işleyen flashbacklerle hikayenin tamamen içine çekiliyor. Gitgide Jasmine'in hastalıklı derecede statü bağımlısı, takıntılı kişiliğinin gözler önüne serilmesini izliyoruz.

Woody Allen alt metinleri de doldurmadan edememiş her zamanki gibi. Cate Blanchett gibi güçlü bir oyuncuyu her zaman bulamayacağının farkında olan büyük usta kadınları ve kadınlık problemlerini de filmin arka planına çok güzel oturtmuş. Eyalet değiştiren eski koca, tüm rezilliği karısına bırakıp intihar eden Hal, kaçıp giden üvey oğul ve diğerleri, erkekler daima zordan kaçıp tüm yükü kadınlara bırakan -gerçek dünyaya da yabancı olmayan biçimde- karakterler Mavi Yasemin'de. 2008 yılında tüm dünyada deprem yaratan dolandırıcılık ve finans krizinin izlerini de görmek mümkün açıkça dillendirilmese de...

Jasmine'in eskiyi yani statüsünü arar bir halde başlayan San Francisco macerası her geçen biraz daha eskiyen, tükenen ve asla yenilenmeyecek olan marka kıyafetleri gibi tükenişe doğru sürüklüyor kendisini. Filmin sonunda Jasmine'in içine düştüğü kriz ve hayattan pek bir beklentisi olmadan daha mutlu olacağını bir kez daha anlayan Ginger'ın birbirine zıt görüntüleri eşliğinde finale ulaşıyoruz...

Woody Allen, Cate Blanchett gibi bir oyuncuyu projesine oynamaya ikna ettiğinde kendisini atom bombasına sahip bir ülke gibi hissettiğini söylüyor bir röportajında. Şüphesiz ki bu atom bombasını "dünya barışı" adına kullanmayı çok iyi başarmış Woody Allen. Çok önemli rollere büyük bir başarı ile hayat veren Cate Blanchett Jasmine rolüyle birkaç seviye birden atlamış adeta. Bazıları tarafından abartılı bulunsa da Jasmine'in arızalı hallerini yaşar gibi yansıtmış Blanchett. 2005'de En İyi Yardımcı oyuncu dalında aldığı Oscar heykelciğini bu yıl En İyi Kadın Oyuncu olarak kucaklaması işten bile değil!

47. sanat yılında 48. filmi ile karşımıza çıkan büyük usta enerjisinden ve isteğinden hiçbir şey kaybetmediğini göstermekle kalmayıp kariyerinin en iyileri arasına girecek bir iş çıkarmış Blue Jasmine'de. Kendini ararken kaybolan Jasmine herkesin kendinden bir şeyler bulacağı özel bir karakter. Son olarak daha önce önemli rollerde göremediğimiz Sally Hawkins'in de Ginger rolüyle beğeni ve sempatimi kazandığını eklemeliyim. Geriye kalan tek söz; iyi ki filmler çekmeye devam ediyorsun büyük usta!