28 Eylül 2014 Pazar

Asri Zamanlarda Muhsin Bey Olmak: Yozgat Blues


Erken kalktığınız bir pazar sabahında genel olarak ilk işimiz televizyonu kurcalamak olur. 9478 kez tekrarı yayınlanan yerli diziler ya da küflü westernler dışında pek bir seçeneğimiz olmadığını anlamamız da çok uzun sürmez. Bu pazar aynı sıkıntıyı ben de yaşadığımdan, izlemekte bir hayli geciktiğim Yozgat Blues'u pazar sabahının sessizliğine ortak ettim.

İlk filmi Uzak İhtimal ile olumlu eleştirilere alan Mahmut Fazıl Coşkun ikinci filminde sanatsal kaygıları yüksek ancak her anlamda "olmuş" bir filmle karşımıza çıkıyor. Altın Koza'yı 6 ödülle silip süpüren, Varşova'dan da Fipresci Ödülüyle dönen Yozgat Blues...

Kurslarda müzik öğretmenliği yaparak hayata bir noktadan tutunan, orta yaşlı, beklentisiz Yavuz ile genç ama "kaybeden" Neşe'nin müziklerini icra etmek amacıyla İstanbul'dan Yozgat yoluna düşmeleri üzerine kurgulanıyor film. Ünlü Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev ya da Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerinden sıklıkla karşılaştığımız "kırsal ve taşra" Mahmut Fazıl Coşkun'a da ev sahipliği yapıyor.- Dingin bir film yapmak için taşradan daha iyi bir seçenek olmadığını hatta işin biraz kolayına kaçıldığını da düşünmüyor değilim son zamanlarda.-

Hayata karşı (soğuk ve beklentisiz) duruşlarından olsa gerek hiçbir kültür şoku ya da garipseme yaşamadan yerleştikleri Yozgat'da da sudan çıkmış balık olmanın ötesine geçemiyorlar. Kaliteli olduklarına inandıkları müzikleri "kitsch" ve güncel olanın yanında ezilip gidiyor haliyle. Oyunculukların da özellikle soğuk ve duygusuz kurgulanmış olmasından dolayı ciddi ve sakin bir tonda ilerliyor filme dair her şey.

Yozgatlı karakterler Sabri ve Kamil için filmin en orjinal tipleri de diyebiliriz. Diğer tüm karakterler gibi "çıkış" kapısına doğru bir arayış içindeki Sabri ve olduğundan iki numara büyük görünmeye çalışan Kamil... Biraz faydacı amaçla olsa da Neşe'yi de ortak etmeye çalışıyorlar bu arayışa. Yavaş yavaş gerçeğiyle yüzleşen herkes gibi Neşe de bulduğu ilk kolay ve elde edilebilir şansı değerlendirmekten geri kalmıyor. 

Yavuz'u asri zamanların Muhsin Bey'i diye de nitelendirebiliriz. Muhsin Bey'in arabeske karşı verdiği savaşı 2010'ların dünyasında popüler ve pazarlanabilir olana karşı veriyor Yavuz da. Gece kulübü, lokanta ya da terzi... tüm bu mekanlarda kulağının içine kadar sokulan ucuzluğa karşı çareleri bir bir tüketerek de olsa direnmeye çalışıyor. Sağlı sollu darbeler yakasını bırakmazken yitirmeye başladığı her şey gibi bir umut gibi adandığı Neşe de ilk çıkışta sağ şeride geçiyor... 

Sinemasal dokunun güzelliği ve atmosferin yerli yerinde müzik kullanımı ile birlikte filme büyük güç ve kalite kattığını söylemek gerek. Filme adını da veren Yozgat, tıpkı Yavuz'un hayatı gibi "grinin bir tonu" olarak tamamlayıcı unsur görevini hakkıyla ifa ediyor. Yavuz'da Ercan Kesal, Kamil'de ise Nadir Sarıbacak takdir edilesi oyunculuklar çıkarırken Ayça Damgacı ve Tansu Biçer'de rollerinin altından kalkmayı başarmışlar.

Sonuç olarak sinemamızın son yıllardaki en nitelikli işlerinden biri karşımızda duruyor. Her sinemaseverin "izlendi" listesinde olması gereken bir yapım: Yozgat Blues.

6 Mayıs 2014 Salı

Hiçliğin kıskacında... Stefan Zweig - Satranç


Türk okuyucusu olarak kalın ve hacimli kitaplardan uzak durmaya çalıştığımız ya da hiç değilse bile çekindiğimiz bir gerçek. Türk gibi başla İngiliz gibi bitir sözünün hakkını verircesine uzun süren meşgalelerden kaçan, çabuk sıkılan insanlarız. Sefiller ya da Savaş ve Barış gibi klasiklerin dahi ülkemizde en çok okunan baskılarının orijinal eserin en az %30 oranında damıtılmış kopyaları olduğunu düşünürsek uzun okuma süreçlerine ne şekilde baktığımızı daha iyi görmüş oluruz.

Birçok klasik eser Türk okuyucusu için korkutucu derecede sayfaca kalabalık olsa da her iyi kitap yarım kilo ağırlığında olmak zorunda değil tabi ki. Edebiyat denizinin dalgalarını oluşturan betimleme ve yoğun imgelemde saklı olsa da bu denizin hırçın ve tatlı yüzü anlatım-anlaşılabilirlik gücü ve duruluğudur. Şimdi de elimizde bu söylediklerimizi doğrularcasına hırçın ve tatlı bakışlar atan bir kitap var: Stefan Zweig - Satranç.

61 yıllık ömrü boyunca iki dünya savaşı, yıkılan imparatorluklar ve katliamlar gören, şiirden biyografiye, sahne eserlerinden de öyküye kadar geniş bir çerçevede edebi eserler vermiş bir 20. yy. entelektüeli: Stefan Zweig.
Avusturya'da başlayıp Yahudi kökeni nedeniyle gestaponun avucuna düşme tehlikesine karşı İngiltere'ye kaçma ve oradan da Rio'ya kadar uzanan bir yaşam öyküsü...

Balzac, Dickens ve Montaigne gibi isimler için yazdığı biyografilerle edebiyat dünyasında ayrı bir yer edinen Zweig ülkemizde daha çok Amok Koşucusu, Acımak ve yazımızın başlıca sebebi olan Satranç ile tanınıyor.

New York'tan Buenos Aires'e doğru seyreden bir gemide her şeyiyle gizemli ve tuhaf bir adamın dünya satranç şampiyonunu yendiği bir satranç partisi ile başlayıp bitiyor desem doğru olur Satranç için. Elimizde tuttuğumuz eser anı ya da olayı anlatmaktan ziyade bir kişinin psikolojik evrimini ele alıyor zira.

Müsabaka sonrası Dr. B. ismindeki bu gizemli şahısın satrancı ne şartlar altında böylesine ustaca öğrendiğini kendi ağzından gayet samimi ve çarpıcı bir anlatımla öğrenmeye başlıyoruz. 2. Dünya Savaşı yıllarında Nazilerin oluşturdukları farklı bir sorgu ve mahkumiyet sistemine takılmıştır Dr. B. . Birkaç mobilya dışında her şeyden arındırılmış, zaman mefhumunu yok eden bir odada günler geçtikçe duvar kağıdındaki desenler dahi ezberleyecek bir ruh haline ve en tehlikelisi de zihinsel boşluğa itilir. Zaman geçtikçe boşluğun yerini hiçliğe ve psikolojik çöküntüye bırakması küçük bir mucize ile değişir gibi olsa da beyin daima yeniyi ve farklıyı arzulayacağı için sonsuz bir sarmalın içinde tıkılıp kalmayı kaldıramaz Dr. B.'nin entelektüel beyni.

Basit bir satranç müsabakası öyküsünden çok öte bir eser var karşımızda. Zweig çok geniş psikoloji birikimini eserine bütünüyle yansıtmayı başarmış. Dr. B'nin içine düştüğü psikolojik çöküntü ve entelektüel ölüm sayfalara tam anlamıyla sirayet etmiş. Yaklaşık olarak 70 sayfa olan eserde böylesine derinlikli psikolojik analizlerin anlatımın akıcılığına uyum sağlamış olması ciddi anlamda şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcı. Satranç bir an bile yavaşlamadığı gibi sığ sulara da asla ve asla yaklaşmayan bir eser.

Nazi baskısı, SS ve Gestapo'nun Alman entelektüelleri üzerinde nasıl bir yıkım ve baskı yarattığını apaçık gösteriyor Zweig. Dönemin önemli isimlerinden Jean Amery'nin dediği gibi Naziler ve toplama kampları birer "entelektüel ölüm"dür dönemin aydınları için.

İş Bankası Yayınları baskısıyla okuduğum eser söz konusu yayınevinin alışılageldik incelikli çalışmasının bir örneği. Ahmet Cemal'in akıcı ve tam anlamıyla "Türkçeleşmiş" tercümesi de eserin öz yapısını bozmadan dilimize taşımış. Sonuç olarak Satranç İstanbul içi bir toplu taşıma yolculuğu sırasında dahi başlanıp bitirilebilecek kadar kısa ancak hiç de öyle "çerezlik" olmayan bir eser.

24 Nisan 2014 Perşembe

Şehir Tiyatroları'ndan insan ve Türkiye üzerine sorgulamalar: VAKTİ GELDİ


Tiyatrolarda kış sezonuna veda etmeye hazırlandığımız şu günlerde izlenecek her oyunu kar hanesine yazmak gerek. Her ne kadar yazın açık hava tiyatrolarına akın edecek olsak da kış sezonu kadar doyurucu ve yoğun bir dönem olmayacağı aşikar.

Geride bırakmaya hazırlandığımız sezonda dikkatleri üzerine çekmeyi başarmış ve birçok otoriteden geçer not almış bir oyunla noktalıyorum ben de kış sezonunu,1982 doğumlu genç yazar Gökhan Erarslan'ın sahnelenme şansı bulan altıncı eseri: Vakti Geldi...

Kimliği belirsiz birisinden aldıkları birbirinin aynısı mektuplar sonrası kendilerini akşamın geceye kavuştuğu saatlerde, tren istasyonunun yanındaki ıssız bir parkta bulan üç eski arkadaşın tekinsiz buluşmaları ile başlıyor oyun. Birbirlerinin yüzüne bakıp konuşmaya hatta tanımaya bile cesaret edemeyen üç kişi! İnsan kendini yalnızca insanda tanır diyen Goethe misali birbirlerinde gördükleri öz benliklerinden kaçan bu üç adamın hayatı geçmişin yapraklarını kurcalanma vaktinin geldiğine inanan bir kadın tarafından alt üst olacaktır...

50'li yaşlardaki kariyer sahibi bu üç adamın 80 öncesi dönemde işledikleri dönüşü olmayan bir suçun ve büyük günahın ortaya çıkışı ve gerçek karşısındaki çözülmeleri çarpıcı biçimde gözlenebiliyor. Günah ve acımasızlıklar üzerine inşa ettikleri sarsılmaz kariyerlerinin 1 saat içerisindeki çöküşü insanı dehşete düşürürken Türkiye için "ne kadar da tanıdık bir durum" dedirtiyor ister istemez!

Perdenin açılıp oyunun başlamasıyla beraber ilk göze çarpan son derece doğal ve doyurucu dekor çalışması oluyor. Şehir Tiyatroları dışındaki dekor çalışmaları ile de tanınan Gamze Kuş yine çok başarılı bir iş çıkarmış. Buluşma yerleri olan park tüm gerçekçiliğiyle resmedilip izleyiciyi yormayan, kararında bir görsellik yakalanmış.

Vakti Geldi'nin ilk 15-20 dakikasında bariz biçimde göze çarpan bocalama halini tekdüzeliğin ötesinde bir senaryoyu sahneye yansıtmanın zorluğuna bağlıyorum. Bahsi geçen giriş kısmındaki diyalogların da fazlasıyla tiyatral ve suni durduğunu da eklemem gerek.

Girişteki patinaja rağmen öykünün omurgasının inşa edilmesiyle birlikte güçlü bir anlatım yakalamayı başarıyor oyun. Usta oyuncuların ustalıklarına yaraşır performansları da eklenince gelişme ve özellikle de sonuç bölümünde izleyiciyi sarıp sarmalıyor adeta esir ediyor. İzleyiciyi şoke eden olaylar silsilesi son derece başarılı bir mizahi dille sahneleniyor.

Yüzeysel yaklaştığımızda fazlaca dram yüklü hatta neredeyse melodramik bir yüzleşme/hesaplaşma öyküsü gibi gelebilir Vakti Geldi, ancak yazarında da dediği gibi "dört kişilik bir hikayeden daha fazlası" var karşımızda. Son derece dramatik bir öyküyü siyasi hiciv türü "vodvil"in ekseninde hatta tam ortasında gezdiriyor Gökhan Erarslan. Yazıldığı tarih ne olursa olsun dünü ve bugünü anlatan özellikle de ülkemiz için genelgeçer gerçeklikleri yansıtıyor sahneye.

Amaç ve hırslar uğruna kullanılıp atılan, sadece gerektiğinde hatırlanıp realitesi kabul edilen, haksızlık ve kandırılmanın binbir türlüsüne uğrayan kırmızılı kadının özelinde seçimden seçime -bir işe yarayacağı zaman!- hatırlanan Türk halkını görüyoruz ister istemez!

Böylesine dolu bir oyun için kısa sayılabilecek süresinde tam bir Türkiye gerçeği olan karakterlerin psikolojik çözümlemelerini tüm çıplaklığıyla yansıtabilmesi de takdire şayan. Karikatürize edilmekten oldukça uzak üç erkek karakterin çıkarları ve hırsları uğruna alaşağı ettikleri insan onuru ve değerler uykuları kaçıran, can yakan türden!

İzleyiciyi dolu dizgin finale doğru sürüklerken sürpriz finalini kısmen acık etse de bu durum hiç bir şekilde göze batmıyor. Vakti Geldi'de esas olan üst metinden ziyade perde arkasında bırakılanlar. Asıl mesele bilinçli olarak perde ardına gizlenerek her izleyicinin farklı tatlar alacağı bir oyun yaratılmış.

Yerli tiyatro yazını adına beklenti ve iştah içinde olduğumuz bu dönemlerde gelecek adına büyük ümitler veriyor Gökhan Erarslan. Daha önce sahnelenen 5 oyununda Hüseyin Avni Danyal ve Naşit Özcan (Vakti Geldi'de de birlikteler) gibi isimlerle çalışma şansı yakalaması da kendisi için önemli katkılar yapmış olsa gerek.
Yeşim Koçak

Tiyatromuzun ve seslendirme camiasının usta isimleri, Orhan Hızlı, Selçuk Soğukçay ve Ali Karagöz rollerinin hakkını vermekle kalmayıp hali hazırda başarılı bir metin olan esere sınıf atlatıyorlar. Yeni nesil Şehir Tiyatro'su oyuncularının önemli temsilcilerinden olan Yeşim Koçak ise "kadın" rolünde başarılı desem haksızlık olur çünkü Yeşim Koçak "kadını" oynamamış adeta yaşamış!

Son tahlilde ödenekli tiyatrolar için yüz akı sayılabilecek bir oyun var karşımızda. Gerek dekor tasarımı ve kullanımı gerekse de üst düzey oyunculukları ile hali hazırda başarılı olan metin altyapısını daha da ileri taşıyor Vakti Geldi. Bu haftasonuna kadar Kadıköy Haldun Taner önümüzdeki hafta da Gaziosmanpaşa Sahnelerinde izleyebileceğiniz oyunu "ne olur ne olmaz" diyerek bir an önce izlemenizi tavsiye ediyorum.

24 Mart 2014 Pazartesi

70'ler Türkiye'sine cesur bir bakış! "Zengin Mutfağı"


Son dönemlerde ödenekli tiyatroların muhafazakarlaştığı ve sanatın doğasında olan muhalif ruhun yerini git gide iktidarın eksenine bıraktığı konuşulur oldu. Birbiri ardını kovalayan sansür kararları ve Devlet Tiyatroları'nın üzerinde gezen kara bulutlara rağmen sözü ve meselesiyle cesur ve çarpıcı oyunlar (çok şükür ki) yine de sahnelenmeye devam ediyor.

İktidar partisinin etkisi altına girdiği sıkça dillendirilen İstanbul Şehir Tiyatroları da tüm bu söylemleri yalanlarcasına sosyalist ve hümanist dokunuşu güçlü, kişilikli oyunlar sahnelemekten geri kalmıyor.Geçtiğimiz yıllarda sahnelenen  Günlük Müstehcen Sırlar, Rosenbergler Ölmemeli, Dar Ayakkabıyla Yaşamak gibi kapitalist düzene meydan okuyan, önce insan diyen oyunlara geçen yıl bir yenisi daha eklendi; Zengin Mutfağı.

Türk Tiyatro yazınının usta ismi Vasıf Öngören imzalı Zengin Mutfağı, 12 Mart'ın kıskacında kıvranan Türk siyasi ve toplumsal yaşamını zengin bir evin mutfağından sosyalist bir bakışlar gözlemliyor.

ABD ve Avrupa'da meydana gelen her gelişme gibi sendikal eylemler, grevler ve McCarthycilik benzeri devlet terörünün de gecikmeli olarak ülkemizde görüldüğü yıllar olan Yetmişlerin başında İstanbul ve Kocaeli'yi sarsan işçi eylemleri ile başlayıp siyasi kamplaşma ve faşizmin ülkeyi nasıl 12 Eylül'e götürdüğünün mizah soslu bir tasvirini yapıyor oyun.

Evin aşçısı Lütfü Usta'nın tam olarak hikayenin ve siyasi çatışmanın orta noktasında yani izleyicinin yerinde konumlanması anlatımı oldukça güçlü kılıyor. Halkı ısırıp duran ve "gerçekten hayvan olan" sermayenin köpekleriyle git gide sermayenin köpeği olanlar tüm çıplaklığıyla sergileniyor, Lütfü Usta ve dolayısıyla izleyicinin gözü önüne. Yer yer tarafgirliği ve mesaj kaygısı fazlaca ön plana çıksa da  meselesini her yönden ustalıklı bir biçimde ele alıyor oyun.

Önceleri "gahrolsun gomünisler" mottosunda iken köpekleri ve köpekleşenleri gördükçe uyanışa geçip "insan kime hizmet ettiğini bilmeli" diye sorgulama haline geçen de yine merkez karakter ya da oyunun ana hedefindeki izleyiciyle özleştirilen Lütfü Usta oluyor.

Ülkemizin en karanlık dönemlerinin başlangıcına ışık tutan Zengin Mutfağı reji, dramaturgi ve dekor bakımında oldukça başarılı bir yapım. Yazar Vasıf Öngeren'in kızı Aslı Öngeren babasının mirasını başarıyla sahnelemiş. Yine Aslı Öngören tarafından yazılan şarkı sözleri de müzikal karakterli bir çok oyunda karşımıza çıkan zorlama eserlerin çok ötesinde olmuş.

3 yıl önce yine Şehir Tiyatroları'nda sahnelenen Marat/Sade'da Marquis de Sade rolünde büyük hayranlığımızı kazanan Murat Garipağaoğlu Lütfü Usta rolüyle bıraktığı yerin çok ötesine çıkıyor. Sadizme adını veren Fransız asilzade Marquis de Sade'dan Egeli pehlivan eskisi, babacan Lütfü Usta'ya varan karakter yelpazesi ve başarısı hayranlık uyandırıcı.

Murat Garipağaoğlu'nun biraz gölgesinde kalmış gibi olsalar da genç oyuncu Irmak Örnek, genç oyunculuktan kıdemliye geçişlerini büyük beğeniyle takip ettiğim Ali Mert Yavuzcan ve Ozan Gözel'in de performansları da oldukça iyiydi.

Zengin Mutfağı 2 saati aşan süresine rağmen bir an olsun bile bunaltıp, yormayan bir oyun. Gerçekçi bir anlatımı mizahla harmanlamayı bilmesi bu başarısının temel unsuru. 80'li yıllarda Şener Şen'in başrolünde olduğu bir kadroyla beyaz perdeye de uyarlanan eserle türdeş sayılabilecek eserlerin pek de uzun sürmeyen sahne ömürleri dikkate alındığında bir an önce gidip izlemenizde fayda var.

17 Mart 2014 Pazartesi

Çıkışı ararken savrulan hayatların öyküsü: "KÖKSÜZ"



Kökünden sökülüp çıkarılmış bir ağacın yaprakları tüm hayatta kalma çabalarına rağmen zamanla solup kurumaya ve en nihayetinde dökülerek etrafa savrulmaya başlayacaktır. Aile müessesini de pek tabi bir ağaca benzetmek ve benzer bir sonu ailede de görmek mümkündür.

İşte tam da bu noktadan hareket ediyor Köksüz, aileyi taşıyan, kollayan ve bir arada tutan (tıpkı bir ağacın kökü ve gövdesi gibi) babanın zamansız kaybı sonrası üzerlerine çöken yükün altında ezilip parçalanan aile bireylerinin ya da tam anlamıyla "geriye kalanların" hikayesi...

Manik depresif, aşırı takıntılı ve "Oblomovvari" bir anne, sevgisizlikten ve dış çevrece üzerine yüklenen baskıdan dolayı batağa saplanmakta olan "evin ergen oğlu", suskunluğunda boğulmak üzere olan evin küçük kızı ve tüm bu dertleri sırtlamak zorunda kalmış orta yaşların eşiğindeki evin büyük kızı Feride...

Uç noktalarda problemli karakterlerin sert sayılabilecek yaşantılarını sakin ve içtenlikli bir anlatımla ele alıyor film. 85 dakika gibi kısa sayılabilecek süresinde böylesine güçlü karakterleri derinlemesine yansıtmayı başaran  Deniz Akçay Katıksız'a gıptayla bakmamak elde değil.

Bir şekilde çıkış arayan karakterlerin filmi ayrıca Köksüz. Bunalımını ve sevgisizliğini yasak bir cinsellikle bastırmaya kalkışan İlker ya da zoraki olarak öpüşmeleri akabinde dişlerini bastıra bastıra fırçalama ihtiyacı hissettiği adamın evlenme teklifine evet deyip bir şekilde çıkışa varmaya çalışan Feride...

Köksüz, gerçekçi hikaye anlatımı, güçlü ve derinlikli karakterleri, sosyal ve psikolojik tahlilleri ustaca bir yönetmen bakışı ile ele alarak bir çok açıdan büyük oynuyor ancak çok şey anlatayım derken hiç bir işi doğru düzgün yapamayan filmlerin yanlışına düşmüyor. Deniz Akçay Katıksız, Nuri Bilge Ceylan ve Andrei Zvyagintsev'i andıran "gözü kuvvetli" bir sinemacılık sergiliyor ilk filminde.

Feride rolünde Ahu Türkpençe ve İlker'de Alp Başar başta olmak üzere tüm oyunculuklar ışıldıyor adeta, tabi bunda yönetmenin karakter işlemedeki başarısının payı da büyük.

"Başka Sinema" oluşumu kapsamında dar kapsamda bir gösterim şansı bulduğundan bir an önce gidip izlenesi hatta kaçırılmaması gereken bir film, Köksüz...

15 Mart 2014 Cumartesi

Aşk Filmi dediğin... "Bi Küçük Eylül Meselesi"


Sinemamızın son 20 yılına "Yeni Türk Sineması" diyebiliriz. 12 Eylül sonrası 15 yıla yakın süren bir Fetret Devri'ne giren sektör 90'ların ikinci yarısında yaşadığı yeniden doğuş ile yılda 60'dan fazla filmi vizyona taşır bir hale geldi.

Ticari kaygılar neticesinde daha çok komedi ya da milliyetçilik soslu aksiyon filmleri izlediğimiz-çektiğimiz bu yıllarda "sanat sineması" dediğimiz türü bir kenara koyarsak en çok ihmal edilen ise "aşk" oldu. Tabi  "aşk filmi" ya da "romantizm dozu yüksek" etiketleri taşıyan filmle üretildi ancak aslolan  yani "aşk" genellikle ikinci planda kaldı. Bahsettiğimiz türden filmlerde asıl mesele her daim sosyalist mücadele, hayat kavgası, köşeyi dönme hırsı vs. oldu, aşk ise sadece izleyici kitlesini çeşitlendirmek için eklenmiş çoğunlukla eğreti duran bir yan konu....

Issız Adam gibi iyi filmler de izledik elbette bu süreçte ancak 3 hafta önce vizyonla tanışan "Bi Küçük Eylül Meselesi" aşkı ve aşığı "tertemiz" bir anlatılma izleyiciye sunmada diğerlerinden ayrı bir yer edindi kendine.

Tv dizilerinden tanıdığımız Kerem Deren ilk yönetmenlik deneyiminde aklı havada, dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden İstanbullu Eylül ile hayata karşı ürkek aşka da bir o kadar aç Bozcaadalı ressam Tek'in bağ bozumu gibi gelip geçen aşk hikayesine odaklanıyor.

Açılış sekansıyla birlikte Eylül'ün uçarı ve sadece kendisine yer olan hayatıyla karşılaşıyoruz. Eğlenceli, umursamaz, özgür... Karikatürize edilmiş gibi duran bir İstanbul kız Eylül. Yaşam sevinci halleriyle başlayan güneşli bir günü trafik kazası ve akabinde yaşadığı hafıza kaybı neticesinde unutmak istedikleriyle yüzleşmeye başlıyor Eylül.

Sondan başlayıp saat yönünün tersine doğru ilerleyen film giriş ve gelişme bölümünün bir kısmında ciddi anlatım sıkıntıları çekiyor. İzleyiciyi konunun içine çekme güçlüğü Eylül'ün dış ses anlatımıyla giderilmeye çalışılmış ki sinemasal olarak pek tuttuğum bir yöntem olduğu söylenemez.

Filmin ikinci yarısına doğru Eylül ve Tek'in aşklarının alevlenmesi, anlatımdaki güzelliğin doruğa ulaşması ve Bozcaada'nın tüm güzelliğiyle bu anlatıma destek çıkması ile birlikte film kanatlanıyor adeta.

Günün dünveyi kaygılarına fazlaca takılarak ıskaladığımız mucizeler her inansın akılını az çok kurcalar. "Bi Küçük Eylül Meselesi" de aynı noktadan hareket ediyor. Kendini tam da mucizenin kollarına bırakmak üzereyken günlük korkuları ve takıntıları sonucu rüyadan uyanan Eylül ile o mucizenin tam da kendisi olan Tek aşkın sosyolojik-psikolojik boyutunu derinlemesine yansıtıyorlar.

"Aşık olmak için fazla neşeliyim" diyen Eylül'ün başlattığı her şey yine onun tarafından sonlandırılıyor. Filmin takdir ettiğim yanı, aşkın imkansızlığı ya da sınıflararası aşk gibi konulara saplanmayıp, aşkı ajite etmeden tüm duruluğuyla yansıtıyor oluşu. Bozcaada'nın sunduğu pastoral arka plan da bu anlatıma büyük katkı yapıyor.



Farah Zeynep Abdullah, Eylül rolünde kariyerinin doruklarında bir performans sergilerken Tek'e hayat veren Engün Akyürek'in standart üstü oyunu Farah Zeynep Abdullah'ın gölgesinde kalmaktan kurtulamıyor. Nil Karaibrahimgil'in seslendirdiği "Kanatlarım Var Ruhumda" adlı şarkı da son zamanlarda dinlediğim en uyumlu ve güzel film şarkısı.


Sonuç olarak "Bi Küçük Eylül Meselesi" "aşk filmi" sıfatını sonuna kadar hak ediyor. Film bitiminde eğer sahipseniz aşkınıza daha da fazla sarılmak isteyeceksiniz. Yaklaşan yaz ayları neticesinde kalbinize saplanacak olan Bozcaada'ya gitme sevdası da cabası.

5 Mart 2014 Çarşamba

Seyir Defterinden Kısa Kısa #1: "American Hustle" ve "Inside Llewyn Davis"

Adından da anlaşılacağı üzere seyrettiklerimin sayfaya yansımaları şeklinde tezahür edecek yepyeni bir bölümle karşınızdayım. İş ve okul bazında yoğun  geçen günlere inat devam eden "sinefilliğin hakkını verme" eylemlerini her film için uzunca bir inceleme ile sonuçlandırmak oldukça meşakkatli bir iş olduğundan daha kısa ve net ifadelerle bezeli "Seyir Defterinden Kısa Kısa" bölümünü oluşturmaya karar verdim.

Yılın en iyi filmleri listelerinin bir çoğunda ilk 50'ye giren iki film; Inside Llewyn Davis ve American Hustle defterimizin ilk konukları oluyor...


American Hustle

10 Dalda aday olduğu Akademi Ödülleri'nden eli boş dönen American Hustle tıpkı aday olduğu tüm ödülleri daha iyi olan başka bir yapıma kaptırdığı gibi sinemasal anlamda da vasat ile iyinin arasında gidip geliyor. Amerika'nın Nixon kaynaklı Watergate Skandalı'nın etkilerini daha yeni yeni atlatmaya başladığı 70'li yıllarda geçen film dönemin ruhuna uygun bir biçimde siyaset-mafya-kara para eksenli hikayesini izleyiciye kanıtsatmakta büyük sıkıntı çekiyor.

David O. Russell'ın reji ve görüntü yönetmenliği konusunda başarılı olduğunu inkar etmek mümkün değil ancak 2 saati aşan süresiyle yer yer sıkıcı olma noktasına da gidip geliyor film. 


Artıları: Amy Adams-Christian Bale, 70'lerin ruhunu yansıtmadaki görsel başarısı.

Eksileri: Hikayede havada kalan çok yer ver, yer yer çok yavaş ve sıkıcı.






Inside Llwelyn Davis

Inside Llwelyn Davis Coen Kardeşleri bu yıl Oscar yarışına sokamadı ancak sinemanın dahi çocuklarının bunu pek umursadıklarını sanmıyorum. Gitgide daha Coen kokan filmler çekmeye devam eden ikili Inside Llewyn Davis ile de kariyerlerine sağlam bir tuğla daha eklemiş oluyorlar.

60'ların puslu atmosferinde Amerikan Folk Müziği (Country)  tutkunu tam bir tutunamayan Llewyn Davis'in filmin adının hakkını verir biçimde iç dünyasını yansıtan film, bazı izleyiciler için oldukça zorlayıcı bir tonda olsa da Coen severleri fazlasıyla memnun edecek türden.

Oscar Isaac tarafından başarıyla canlandırılan Llewyn Davis'in hikayesinde kendimizden bir şeyler bulmamak mümkün değil. Dışlanan, tutunamayan ve kendisinin de bilmediği bir arayış içinde olan kahramanımızın iç dünyasına yaptığımız yolculuğu çok seveceğinizi düşünüyorum.

Artıları: Kediseverlere birebir, Country müzik, Coen imzası...

Eksileri: Ben bişey bulamadım :)

27 Şubat 2014 Perşembe

Oscar'a 3 Kala.... Oscar tahminleri ve değerlendirmeler...



Daha çok Oscar adı verilen heykelcikle tanınan Akademi Ödülleri'nin sahiplerini bulmasına sayılı günler kala adaylara ve ödüllerin yakın tarihine bir göz atacağımız yazımızla karşınızdayız. Tüm dünyada 50 Milyondan fazla insanın izlemesi beklenen törenin bizim açımızdan en büyük handikabı bu yıl açık kanaldan yayınlanmayacak olması. Oscar ödül töreni sadece Digituruk Sinema Paketi sahibi izleyiciler tarafından izlenebilecek (internetten izlemenin binbir yolunu saymazsak tabi!) Ödül törenini uzun yıllardır Mehmet Açar ve Engin Ertan gibi iki usta eleştirmenim de katılımıyla NTV ekranlarında izlemeye alışmış seyirciler için hoş olmayan bir durum ne yazık ki. Gecenin ev sahipliğini ise ünlü tv programcısı Ellen Degeneres yapacak

Bu yıl ki adaylıklara göz atacak olursak tabi ki en temel merak konumuz en iyi film ödülünün hangi yapıma gideceği. 2009 yılından bu yana 10 aday filmin yarıştığı bu dalda bu yıl diğerlerine göre öne çıkan birkaç film olsa da net bir yargıya varmak oldukça zor. Özellikle 11 Eylül sonrası verilen ödüllere bakacak olursak Amerikan tarihini ilgilendiren meseleler, kapitalizm ve ekonomik krizler, kültürel çatışmalar, savaşlar vs. gibi konuları ele alan yapımların ciddi bir biçimde kollandığını görmek mümkün. Amerikan olma ve birlikte yaşama tezi temalı Çarpışma'nın 2005'de, ekonomik krizle çırpınan dünyaya bir umut daima vardır mesajı veren Milyoner'in 2008'de, Irak Savaşı'nda geçen Ölümcül Tuzak'ın (bana göre skandal bir biçimde) Avatar'ı mağlup edip 2009'da ve İran devrimi sonrası ülkede mahsur kalan Amerikalı diplomatları kaçırmak için verilen "destansı" mücadeleyi konu edinen Argo'nun geçen yıl aldığı En İyi Film Oscarı ödülleri hala hafızalarda!

Son 5-6 yıldır dikkat çeken bir diğer mevzu ise Akademi'nin 10 adaylık liste içine hemen hemen her türden ve gelenekten filmler sıkıştırıyor olması. "Block Buster" dediğimiz gişe yapımları, Avrupalı (özellikle de Fransız) izleyiciyi çekmek için eklenen Fransız yapımı filmler, hemen hemen her yıl bir örneğini gördüğümüz Afro-Amerikan toplumuyla ilgili yapımlar, bağımsız sinemanın kara-mizah unsuru içeren örnekleri... 10 filmlik seçkide bariz bir biçimde denge unsurları gözetildiği görülebiliyor.



Bu yılki adaylıklara geldiğimizde ise Amerikan tarihi ve toplumsal meselelerden dem vuran Dallas Buyers Club, American Hustle ve 12 Years A Slave gibi filmlerin yanında Amerikan Milliyetçiliği yapan Captain Philips, görsel bir şölen sunan Gravity ve alışıldık Scorsese biyografilerinden The Wolf of Wall Street gibi yapımlara rastlıyoruz. İngiliz yapımı Philomena ise BAFTA'ya selam çakmak için listede!

EN İYİ FİLM 

Dünya genelinde eleştirmenler tarafından yapılan bir çok tahminde 12 Years A Slave öne çıksa da Alfonso Cuaron'un ayaklarımızı yerden kestiği Gravity ve Spike Jonze'un milyonların yüreğine dokunduğu Her de öne çıkan yapımlar. Yakın zamanda yaşadığımız Ölümcül Tuzak ve Aşık Şekspir gibi sürpriz zaferleri de göz önüne aldığımızda şu kesin kazanır demek daha da güçleşiyor.


Kazanır dediğim >>>> 12 Years A Slave

Kazansa şaşırmam >>>> Gravity

Keşke kazansa >>>> Her


EN İYİ YÖNETMEN

En iyi Yönetmen dalında yarışan 5 adayın hepsi gelenek olduğu üzere en iyi film dalında da rakipler. Senaryo dalında daha önce 2 kez aday gösterilen Alfonso Cuarón "Gravity" ile, üçüncü uzun metraj yapımı ile Oscar adaylığı elde eden Steve McQueen "12 Years A Slave" ile, daha önce 2 kez bu ödüle aday gösterilip eli boş dönen David O. Russell "American Hustle" ile, bu yıl dahil toplamda 8 kez aday gösterilip sadece Köstebek ile zafere ulaşan Martin Scorsese "The Wolf of Wall Street" ile, 2 kez senaryo 2 kez yönetmen dalında aday olup senaryo dalında ödülleri toplayan Alexander Payne "Nebraska" ile yarışa dahil oldular.

Altın Küre'de zafere ulaştığı gibi otoritelerin de kazanacaktır diye görüş birliğine vardıkları isim: Alfonso Cuaron. En İyi Film dalının en güçlü adayı 12 Years A Slave'in yönetmeni Steve McQueen ise bir diğer güçlü aday olsa da rüştünü ispatlaması için önünde uzun yıllar olduğu görüşü hakim.


Kazanır dediğim >>>> Alfonso Cuaron

Kazansa şaşırmam >>> Steve McQueen

Kazanması gereken >>> Alfonso Cuaron


EN İYİ ERKEK OYUNCU

Kimin galip geleceği en çok merak uyandıran dal ise hiç şüphesiz En İyi Erkek Oyuncu. Akademi yıllardır es geçtiği Leonardo Di Caprio'yu bu kez görecek mi? Yılın sürpriz ismi Chiwetel Ejiofor gecenin sürprizini yapacak mı? Kariyerini en iyi performansını sergileyen Matthew McConaughey gecenin galibi olacak mı? Bu sorular eşliğinde izleyeceğimiz ödül töreninde bana göre zafere ulaşması en muhtemel isim Matthew McConaughey.


Kazanır dediğim >>>> Matthew McConaughey

Kazansa şaşırmam >>> Leonardo Di Caprio

Kazansın artık dediğim >>> Leonardo Di Caprio


EN İYİ KADIN OYUNCU

En İyi Kadın Oyuncu dalında ise sürprize gebe olsa da Cate Blanchett'ın birkaç adım daha öne çıktığını görüyoruz. Woody Allen harikas Blue Jasmine ile yıla damga vuran Cate Blanchett altın heykelciği ikinci kez kucaklamaya çok yakın. American Hustle ile büyük sükse yapan Amy Adams ise sürpriz yapması en muhtemel isim. Usta oyuncu Meryl Streep'in de 18. kez bu yarışın içinde olduğunu da eklemeden geçmeyelim.



Kazanır, kazanmalı, kazanacak >>> Cate Blanchett

Kazansa şaşarım >>> Amy Adams


YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM

Kişisel olarak en çok ilgilendiğim dal olan Yabancı Dilde En İyi Film ödülünde ise büyük bir rekabet yaşanıyor. İzleme şansı bulduğum Broken Circle Breakdown ile Jagten'in önemli favoriler olduğu ödülün bir diğer favorisi ise The Great Beauty. Bir çok izleyici hüzün nöbetine sokan Broken Circle Breakdown'un kazanacağını düşündüğüm ödülün sürpriz filmi ise The Great Beauty olabilir.

Kazanır >>> Broken Circle Breakdown

Kazansa şaşırmam >>> The Great Beauty

Hani olur ya dediğim >>> Jagten

23 Şubat 2014 Pazar

İBB Şehir Tiyatroları'ndan sağlık sistemine hicveden bir bakış: KES VE KAÇ





Yabancı dilden çevrim tiyatro oyunu dağarcığımızı bu ay itibariyle bir yazar daha kazandı; Peter Forsler. Drama eğitmenliği yaparken kaleme aldığı ilk metin olan Tercih'in 1979 yılında sahnelenmesi sonrasında daha yoğun bir şekilde oyunlar yazmaya başlayan Horsler özellikle kadın oyuncular için yazdığı oyunlarla dikkat çekiyor. Dramadan hicve kadar her türde eserler veren ve on farklı ülkede sahnelenme şansı bulan Horsler yazdığı oyunları sahnede görmeden tamamlanmamış birer metin olarak gördüğü için kitap olarak basılmasına da izin vermiyor.

İBB Şehir Tiyatroları'nın en başarılı sanatçılarından olan Bora Seçkin'i son 6 sezondur izlediğimiz Duşan Kovaçeviç oyunlarından hatırlayabiliriz. Sırasıyla İntiharın Genel Provası, Buluşma Yeri ve Dar Ayakkabıyla Yaşamak gibi oyunlarda Kovaçeviç'in klasikleşmiş sistem eleştirilerini seyirciye en net olarak aksettiren isim olarak çıkmıştı karşımıza Bora Seçkin. Açlık, savaşlar, hastalıklar ve kapitalizm gibi dünya meselelerine dair çok şey söyleyen bu oyunlarda rol aldıktan sonra yine benzer bir söylemi olan Kes ve Kaç'ın rejisinde karşımıza çıkıyor.

Tek hastalığı zenginlik ve sosyete budalalığı olan bir orta yaş üzeri bir kadın, lotodan ikramiye kazanmış ve kendisini spora vermiş bir adam ve eşi, karnı burnunda, çenesi düşük alt sınıftan bir kadın. Hepsi Londra'daki bir doktor kliniğinde buluşup randevularını beklemeye koyuluyorlar ve tam anlamıyla curcuna başlıyor. Dolandırıcı ve düzenbaz bir doktor ile dürüst ya da en azından dürüst kalmaya çalışan başka bir doktor ekseninden özel sağlık hizmetleri ve devletin insan sağlığına yaklaşımını hicveden oyun ilk perde biraz zorlansa da ikinci perdede İbrahim Can ve Berrin Koper'in muhteşem performanslarıyla uçuşa geçiyor.


Berrin Koper
Tam gün yasası ve muadil ilaç kullanımını tartışarak geçirdiğimiz son yıllara selam çakarcasına konuya sert göndermelerde bulunmak da ihmal edilmemiş. Yer yer mesaj kaygısı ve gönderme yapma arzusu fazla alenileşse de bu durumun oyunun genel gidişatına zarar verdiğini söyleyemeyiz. 1999'da İngiltere için yazılmış oyunun 2014 Türkiye'sini de ne denli güzel yansıttığını görmek de ilginç doğrusu!

Oyun özellikle ilk perdede fazla yoğun dekor kullanımı ve bence dramaturgiden kaynaklanan sebeplerle kopuk kopuk ve seyirciye uzak bir görünüş sergiliyor. Kerem Yılmazer gibi geniş sayılabilecek bir sahnede gözü bu denli yoran dekorların Haldun Taner veya Reşat Nuri sahnelerinde nasıl kullanılabileceğini kestirmek çok güç. İzlediğim gösterim muhtemelen oyunun 9 ya da 10. temsili olduğundan bu tip sıkıntıların zamanla düzeleceğini düşünüyorum.

Betül Kızılok
Bora Seçkin ile kader birliği etmişcesine yıllardır aynı sahneyi paylaşan İbrahim Can'ı düzenbaz doktor rolünde oldukça sempatik ve başarılı buldum, usta oyuncu Rıdvan Çelebi içinse hiç bir şey yapmayıp sadece konuşsa ses tonu bile yeter diyorum. Hemşire rolünde Eylül Soğukçay ilk tiyatro deneyiminden başarıyla çıkarken doktor Glove rolünde Cem Karakaya da kendisine yakışan bir oyun çıkarmış. Hamile kadın karakterini büyük bir enerjiyle adeta soluksuz canlandıran Betül Kızılok'a da ayrıca bir tebrik gerekiyor. Oyunun zirvedeki performansını ise tabi ki sona sakladım, hastalık hastası zengin kadın ile dört dörtlük bir oyun sunan Berrin Koper ustalığının hakkını vermiş, kendisini en son 2009 yılında Balıkesir Muhasebecisi'nde izlemiştim, neredeyse özdeş bir rolde yine çok başarılıydı.

Bir kısım izleyicinin dizilerden, tiyatro severlerin de başarıyla rol aldığı oyunlardan tanıdığı Özge Özder ise oyunun gidişatına oldukça etkili ancak fazla öne çıkmayan bir rolde karşımıza çıkıyor. 

Özge Özder

15 yıl önce İngiltere için yazılmış olan Kes ve Kaç 2014'ün Türkiye'si gibi dünyanın bir çok yerini de kapsayan bir hikaye ne yazık ki. Yüzyıllardır insanlığın ve siyasetin temel kavgalarından olan devlet halk için midir halk devlet için midir sorusunu akla getiriyor en nihayetinde. Yer yer mesaj kaygısı fazla öne çıksa da, gözü yoran dekoru rahatsızlık verse de zamanla rayına oturacağını düşündüğüm Kes ve Kaç mutlaka gidip izlenilmesi gereken bir oyun.

18 Şubat 2014 Salı

Sinemanın "Ozon" tabakası : Dans la maison (Evde) 2012





1997 yılında çektiği Regarde la mer ile uzun metraj sinema hayatına başlayan François Ozon, Fransız Sineması'nın en ilgi çekici yönetmenlerindendir. Özellikle kadın karakter yaratmadaki incelikli ve çekici işçiliği hemen hemen her filminde kendisini belli eder. 2005 yılına kadar perdeye taşıdığı Le temps qui reste, Les amants criminels, Gouttes d'eau sur pierres brûlantes ve Sitcom gibi yapımlarla kendinden söz ettirmekle kalmayıp sağlam bir izleyici kitlesi edinen Ozon şu sıralar olgunluk dönemi filmlerini birer birer sıralamakla meşgul!

8 femmes, Swimming Pool ve 5X2 gibi genellikle kadın karakterleri ile öne çıkan, yer yer tedirgin hatta rahatsız eden filmleriyle son 10 yıla da iyi işler sığdırmış olan Ozon 2012 yılını ise bir çok festivalden ödüllerle dönen Dans la maison (Evde) ile tamamladı.

Sanat galerisi işleten karısı Jeanne ile orta yaşlı bir orta sınıf hayatı sürmekte olan lise edebiyat öğretmeni Germain'ın hayatları 2. sınıf öğrencisi Claude'un verdiği bir kompozisyon ödevi ile renkli ve bir o kadar da karmaşık hal almıştır. Sınıf arkadaşı Rafa'nın evinde geçirdiği bir günü usta bir yazar havasında duru ama bir o kadar da güzel betimlemelerle anlatan Claude yazdıkları ile Jeanne ve Germain'i adeta kendisine bağımlı kılar. 3 kişilik bir çekirdek ailenin evinde yaşananları bazen abartılı bir gerçeklik ile bazen de arkadaşının annesine duyduğu tuhaf takıntı süzgecinden geçirerek anlatan Claude'un yazım yolculuğu öğretmeni Germain'in de katılmasıyla tuhaf ve karmaşık bir hal almaya başlar.

Woody Allen filmi tadında bir anlatımla -sıklıkla geveze, muzip, mizahi ve kafa karıştıran- bir hikaye anlatıcılığına soyunan François Ozon basit bir öykü üzerinden yazar-okur ilişkisini mercek altına alıyor. Juan Mayorga'nın "Arka Sırada Oturan Çocuk" isimli oyunundan uyarladığı filmin yazım sürecini anlatan Ozon senaryoyu oluştururken kendi yazım deneyimlerini de göz önüne aldığını vurguluyor.

Woody Allen-Diane Keaton ikilisine benzer bir şekilde orta sınıf entellektüel atışmaların tam ortasında yaşayan Jeanne-Germain çiftinin Claude'un yazdıkları sonucu bir süre sonra tamamen manipüle olan konumuna gelmeleri de hikayenin dikkat çekici yanlarından. Ozon, yer yer kurgu ile gerçekliği birbirinden ayırması güç derecede altüst ederek izleyicisini zihin jimnastiğine çıkarmayı da ihmal etmiyor.

Germain rolündeki Fabrice Luchini ile Jeanne rolündeki Kristin Scott Thomas'ın çok iyi bir kimya yakaladıklarını da atlamadan söyleyelim. Aksansız biçimde Fransızca konuşabilen İngiliz aktris Kristin Scott Thomas yönetmenin bizzat isteği sonucu hafif bir İngiliz aksanı ile oynamış.
Arayış içerisindeki lise öğrencisi Claude'a hayat veren Ernst Umhauer'ü de oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim. Fransız Sineması'nın zarafet sembollerinden Emmanuelle Seigner ise orta sınıftan mutsuz ev kadını Esther rolünde çok iyi bir performans ortaya koymuş.

Evde, izleyicinin zihnini kurcalayan, bir an olsun merak ve şüphe unsurunu eksik etmeyen bir film. Jeanne ve Germain'in içine düştükleri merak sarmalının içine seyirci olarak da düşüyoruz. Her filminde ibreyi biraz daha yükselten François Ozon sinematografisinde özel bir yer edinecek bir filme imza atmış. Mutlaka izlenmesi gereken bir yapım...

12 Şubat 2014 Çarşamba

En İyi Yabancı Film Oscar'ının Favorisi: Jagten (Onur Savaşı)


1998 yılında gösterime giren Şölen (Festen) ile hepimize şaşkına uğratmış bir isim: Thomas Vinterberg. Bir doğum günü kutlaması için bir araya gelen aile bireylerinin   aile sırlarını birer birer ifşa etmeye başlamasıyla işlerin kontrolden çıkışını ustaca kurgalayan Şölen Thomas Vinterberg'i bir anda gündeme oturtmuştu. Thomas Vinterberg 1996 yılında yaşadığı bu büyük başarının bir daha yanına yanaşamamıştı, ta ki şu an karşımızda olan Onur Savaşı'na (Jagten) kadar.

Kahramanımız, İsveç'in o bildik muhteşem doğası içinde, kendi halinde bir kasabada yaşayan Lucas. Görev yaptığı okul kapandıktan sonra bir kreşte çocuk bakıcılığı yapmaya başlayan Lucas eşinden ayrılmış ve ergenlik çağındaki oğluyla güç bela görüşebilir bir haldedir. Bakıcılığını üstlendiği çocuklardan, en yakın arkadaşının kızı Klara o yaştaki çocuklarda sık rastlanan başka başka imgeleri bir araya getirip olmadık şeyleri gerçek kabul etme eğiliminin sonucu olarak Lucas'ı kendisine cinsel tacizde bulunmakla suçlayınca her şey altüst olur.

Klara'nın söyledikleri o kadar mesnetsiz ve saçmadır ki Lucas ilk başlarda kendini savunma ihtiyacı bile hissetmez, insanlar hayal gücü geniş bir çocuk yerine yetişkin bir bireyi ciddiye alacaklardır ona göre! Beklediğinin aksine herşey tam tersi yönde gelişir ve en yakını bildikleri Lucas'ın suçlu olduğunu düşünür. Ortaçağ karanlığında olduğu gibi hiç kimse derinlemesine düşünmeye ihtiyaç bile duymamıştır ve cadı avı başlar.

Lucas her ne olursa olsun suçludur ve tertemiz olan toplumun korunması adına aforoz edilmeli, hayatı cehenneme çevrilmelidir artık! Bundan sonra karşımıza hızla psikolojisi bozulan bir Lucas çıkar, insanlara olan güvenini yitirmiş, aşağılanmanın bin türlüsünü görmüş en kötüsü de derdini anlatamamanın verdiği ızdırabın içinde...

Jagten öylesine sinir bozucu karakterler içeren bir film ki izlerken sakin kalabilmek mümkün değil. Yönetmen yarattığı bu karakterlerle izleyicinin sinirleriyle oynamayı başarmış diyeceğim ama bunların yönetmen elinden çıkma gerçek üstü karakterler olmadığını vurgulamak gerek, ne yazık ki dünyanın gerçeği bunlar...

Vinterberg sakin bir doğa içinde, fazla bir hareketlenmeye gitmeden ağır bir anlatım ile öyle bir çekicilik sunuyor ki hayran olmamak elde değil. Benzer bir konuyu işleyen Şüphe'de (Doubt) adı gibi bir şüphe unsuru vardı ancak Jagten'de neyin ne olduğunu, kimin suçlu kimin masum olduğunu en baştan biliyoruz. Vinterberg klasik bir sürpriz son ya da akıcı bir olaylar yığını filmi yapmaktan ziyade izleyiciyi sorgulama empati yapmaya itecek bir anlatım tutturmuş. Ben olsam ne yapardım sorusu sormadan filmi izleyecek bir seyirci düşünemiyorum.

Kuzeyli kötü adam rollerinin ünlü ismi Mads Mikkelsen Lucas rolünü yaşayarak oynamış adeta. Karakterin yaşadığı hayal kırıklıkları ve çöküntüler Mikkelsen'in yüzünde abartısız ve gerçekçi bir hal almış, son yıllarda gördüğüm en iyi aktör performansları listesi yapmış olsam ilk 10'a kesin girerdi Lucas rolüyle Mikkelsen. Cannes jürisi de benzer bir düşüncede olacak ki Mikkelsen'i Altın Palmiye ile ödüllendirmişler.

Sonuç olarak Jagten hiç bir fiziksel ya da metafizik öge göstermeden pastoral bir ortamda izleyiciye soğuk terler döktürüyor. Mads Mikkelsen'in performansı ve psikolojik dramanın en üst mertebesindeki anlatımı da eklediğimizde son yılların en iyi filmlerinden birisi karşımıza çıkmış oluyor.

9 Şubat 2014 Pazar

İSTDT'den yaşama ve insana dair bir oyun: YAŞAMAK DENEN BU ZAHMETLİ İŞ


1943-1999 yılları arasındaki 56 yıllık yaşamına 50'yi aşkın drama sığdırmış bir isim Hanoch Levin. Kendi kuşağının en dikkat çekici isimlerinden olan Polonya doğumlu İsrailli yazar yapıtlarında daha çok yaşam ve ölüm gibi temel insani ve varoluşsal sorunları ele almasıyla tanınır. İsrail tiyatro izleyicisi için Levin ile büyümüşlerdir demek abartılı olmasa da yazarın İsrail dışında da yankı bulmuş eserlerinin sayısı ancak bir elin parmakları kadardır. Levin varoluşçu bir yaklaşımla İsrail toplumunu, aile müessesesini ve politik meseleleri eleştirirken hayat verdiği "arızalı" karakterler ile de gülümsetmeyi başarmıştır.

50'yi aşkın eser vermiş sanatçının Türkiye'deki ana akım tiyatrolar ile buluşması ilk olarak bu sezon İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen "Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş" ile oldu. Orjinal adı The Labor of Life (Yaşam Mücadelesi) olan oyun 50'li yaşların başlangıcında, ölüme her gün biraz daha yaklaştıklarının bilincinde olan bir çiftin kendileri ve birbirleriyle giriştikleri hesaplaşmaya odaklanıyor.

Saat gece yarısını çoktan geçmiştir, bir yandan banyodaki musluktan gelen sinir bozucu damlama sesi bir yandan da bölünen hatta bir türlü gelmek bilmeyen uykusuyla mücadele halindedir 50'sini aşmış, 30 yıllık bir evliliğin bıkkınlığı içindeki Yona. Yatağın diğer tarafında karısı Leviva olanca derinliğiyle uykunun keyfini sürmekte ve Yona'nın tabiriyle İsviçre'de kayak yapma üzerine kurulu rüyalardadır. Su sesi ya da uyuyamamaktan daha büyük sorunu vardır Yona'nın, belki de ilk iki sorununun da nedeni olan; evliliğinin, yıllardır bir kişiye adanmış yaşamın vermiş olduğu bıkkınlık. Yona'nın kendisiyle olan dertleşmesi ile başlayan açılış sekansı "yatak devirme uzmanı" olan Yona'nın müdahalesi sonucu uyanan Leviva'nın da uyanarak hesaplaşmaya dahil olmasıyla yerini gelişmeye bırakır.
Yona rolünde Musa Uzunlar

Yona kadar açıkça söylemese de Leviva da yorulmuştur aslında başı sonu belli hayatından. Çocuklar büyümüş evden ayrılmış ve bir başlarına kalakalmışlardır. İçine düştükleri sıkıntı Leviva'nın dediği gibi dans dersleri almak, sosyalleşmek veya daha çok birlikte olmakla geçecek gibi değildir her ikisinin de çok iyi bildiği üzere. Evlilik, bağlılık, adanmışlık ve istim üzerinde yaşanan hayat bunaltmıştır ister istemez ikisini de ve Yona ciddi bir biçimde karısını terk edip "hayatını yaşamak" istemektedir. Bu noktada ansızın çıkıp gelen gelen Gunkel 10 dakikayı ancak bulan sahnesiyle en kibar tanımıyla bir "titreme" yaratacaktır üzerlerinde.

Yaşlı ve evli olanlar çok mutsuz ve sıkılmışlardır da bekarlar yani elinden tutacak, sarılacak kimsesi olmayanlar çok mu mutludurlar? Gunkel özellikle Yona'nın hayalini kurduğu hayatın sahibidir ama o da fazlasıyla mutsuz ve ızdırap içindedir. İnsanın doğasından gelen varoluşsal problemleri net biçimde ortaya koymak için gelmiştir adeta Gunkel! Sürekli bir umut, hedef ve amaç için yaşayan insan önünde sonunda hep bir boşluğa düşmektedir ve varlığını sorgulanmaya başladığı an kim olursan ol hafakanlar basmaktadır, ister Yona gibi evli ve sıkılmış ister Gunkel gibi kimsesiz ve umutsuz ol...
Leviva rolündeÜlkü Duru

Oyunda evlilik özelinde ele alınan en önemli mesele de hiç şüphesiz yaklaşmakta olan ve asla durdurulamayan ölüm. Yona'nın dediği gibi her gün biraz daha yaklaşmakta olan  bir gün uyanamayacak olma düşüncesi insanı deli etmektedir. Yona ve Leviva gelişmeden sonuca doğru dönen kavşakla birlikte hep bir şeyleri erteleyip ıskaladığımız hayata mizahi bir ağıt yakıyorlar adeta. Kaçınılmaz son tüm hızıyla yaklaşırken keşkelere mi sarılmalıdır insan oğlu yoksa elinde olana mı?

Hayat piramidinin zirvesinden son sürat inişe geçmiş olan Yona'nın mizahi ama bir o kadar da dokunaklı hesaplaşması bir bakıma Tolstoy'un ünlü eseri Ivan Ilyiç'in Ölümü'nü hatırlatıyor. Ölüm döşeğindeki Ivan Ilyiç de son saatlerinde geriye dönüp hayatına baktığında elinde olanlar hep pişmanlıklar ve beyhude uğraşlar olduğunu görmüştür netice olarak.

Gunkel rolünde İştar Gökseven
70 dakikalık süresi ve oldukça duru ve de akıcı metiniyle derdini çok iyi anlatan, düşündüren bir oyun Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş.İstiklal Küçük Sahne'de sıklıkla gülerek, tebessüm ederek izlediğimiz oyun sırasında yer yer gözleri dolanları, insan hayatına ve kaçınılmaz sonumuza yakılan ağıdı en derinden hissedenleri de görmek mümkündü. Yona rolünde tanıdık bildik ışıltısıyla parlayan Musa Uzunlar ve Leviva'da olduğu gibi  arızalı, nevrotik karakterlerin usta oyuncusu Ülkü Duru isimlerinin ve sanat yaşamlarının hakkını verir bir performans sundular. Gunkel rolüyle kısa da olsa etkileyici izler bırakan İşdar Gökseven de oldukça başarılıydı.

Ödenekli tiyatrolar üzerindeki tartışmalar her geçen gün artarken inadına daha iyi işler çıkarıyor sanki İstanbul Devlet Tiyatrosu. Bazı politik ve dizilere ağırlık verme gibi sebeplerle bazı usta isimleri eskisi kadar göremiyor olsak da sanat yönetmeninden oyuncusuna, ışıkçıdan gişe görevlisine kadar kalitesini yansıtmaya devam ediyor İstanbul Devlet Tiyatrosu. Geçtiğimiz yıllara damga vuran Profesyonel ve Sessizlik gibi oyunların ardından Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş de Devlet Tiyatrolarının tüm zarafetini ve kalitesini yansıtan mutlaka izlenmesi gereken bir eser.

2 Şubat 2014 Pazar

Woody Allen kokan bir film: Blue Jasmine (Mavi Yasemin)


Sıkı bir takipçisi olmasak bile film çekmeyi asla bırakmamasından ve her daim kendine özgü filmleriyle var olduğunu bilmekten hoşlandığımız bir isim; Woody Allen. Dile kolay 1974 yılından bu yana Woody Allen filmi izlemeden geçen bir yıl dahi yok. Gişeye oynamaktan ziyade sevdiği ve sevildiği şekilde filmler yapmaktan hoşlanmasından olsa gerek son yıllarda film bütçesi yaratmakta büyük sıkıntılar çekmişti Woody Allen. Roma, Paris ve Barselona şehirlerine adanmış -turistik amaçlı reklam kokan- seyyah gibi gezmesine yol açan filmleri de maddi sebeplerden çektiğini söylemek gerek. Midnight in Paris'in gişe başarısı elini rahatlatmış olacak ki tam da kendi dokunuşlarını taşıyan bir filme geri döndü Woody Allen; Blue Jasmine (Mavi Yasemin)

Mavi Yasemin ile birlikte daha önceleri Diane Keaton ve Mia Farrow'un büyük başarı ile temsil ettiği "Woody Allen'ın nevrotik kadınları" etiketini Cate Blanchett devralmışa benziyor! Kendisine jet set bir hayat yaşatan eşi Hal dolandırıcılık suçundan hapse girip de elinde sadece Avrupa'dan alınma markalı kıyafetleri ve Louis Vuitton valiziyle kalan Jasmine'in kan bağı olmayan kardeşi Ginger'ın yanına San Francisco'ya taşınmasıyla başlıyor film. Jasmine tam bir kültür ve sınıf farkı şokunun içinde çıkıyor karşımıza, başlangıçtan beri her şeyden haberi olmasına rağmen sırf elde ettiği lüks yaşam ve statü için gözlerini diğer tarafa çeviren Jasmine kocasının kendisini terk etme kararı ile bir anda gözlerini açıyor ve kocasını ihbar ediyor.

Daha en başta derdini belli ediyor Woody Allen, özellikle Amerikan toplumunun ne denli bir ahlaki ve sosyal çöküntü içinde olduğunu gösteren tespitler yer yer arka planda bile olsa gözümüzün önüne seriliyor. Sözde hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranan "ben de kandırıldım" diyen Jasmine, kendisini yukarı tabakaya çıkaracak bir adamı bulduğunda "lümpen" ama kendisine aşık Chili'ye tekmeyi basan Ginger ve girdikleri rüyadan uyandıklarında feryadı koyveren diğerleri...

İnsanın kendisine kurduğu sahte gerçeklikten uyanmak zorunda kalıp gerçeğe dönmesinin ne denli zor bir deneyim olduğunu gözlemliyoruz Jasmine'in öfke nöbetleri geçiren nevrotik kişiliğinde. Önceleri Chanel, Dior ve Louis Vuitton ile teselli ettiği sahte kişiliğini her şey gittikten sonra Martini şişelerinde ve anti depresanlarda avutuyor.

Tipik Woody Allen işçiliği "hafif ve tatlı bir romantik komedi" şeklinde başlayan film git gide psikolojik dramanın karanlık dehlizlerine girmeye başlıyor. Başlangıçta hiç bir şeyden haberi olmayan izleyici belli bir düzeni olmayan ama gayet net işleyen flashbacklerle hikayenin tamamen içine çekiliyor. Gitgide Jasmine'in hastalıklı derecede statü bağımlısı, takıntılı kişiliğinin gözler önüne serilmesini izliyoruz.

Woody Allen alt metinleri de doldurmadan edememiş her zamanki gibi. Cate Blanchett gibi güçlü bir oyuncuyu her zaman bulamayacağının farkında olan büyük usta kadınları ve kadınlık problemlerini de filmin arka planına çok güzel oturtmuş. Eyalet değiştiren eski koca, tüm rezilliği karısına bırakıp intihar eden Hal, kaçıp giden üvey oğul ve diğerleri, erkekler daima zordan kaçıp tüm yükü kadınlara bırakan -gerçek dünyaya da yabancı olmayan biçimde- karakterler Mavi Yasemin'de. 2008 yılında tüm dünyada deprem yaratan dolandırıcılık ve finans krizinin izlerini de görmek mümkün açıkça dillendirilmese de...

Jasmine'in eskiyi yani statüsünü arar bir halde başlayan San Francisco macerası her geçen biraz daha eskiyen, tükenen ve asla yenilenmeyecek olan marka kıyafetleri gibi tükenişe doğru sürüklüyor kendisini. Filmin sonunda Jasmine'in içine düştüğü kriz ve hayattan pek bir beklentisi olmadan daha mutlu olacağını bir kez daha anlayan Ginger'ın birbirine zıt görüntüleri eşliğinde finale ulaşıyoruz...

Woody Allen, Cate Blanchett gibi bir oyuncuyu projesine oynamaya ikna ettiğinde kendisini atom bombasına sahip bir ülke gibi hissettiğini söylüyor bir röportajında. Şüphesiz ki bu atom bombasını "dünya barışı" adına kullanmayı çok iyi başarmış Woody Allen. Çok önemli rollere büyük bir başarı ile hayat veren Cate Blanchett Jasmine rolüyle birkaç seviye birden atlamış adeta. Bazıları tarafından abartılı bulunsa da Jasmine'in arızalı hallerini yaşar gibi yansıtmış Blanchett. 2005'de En İyi Yardımcı oyuncu dalında aldığı Oscar heykelciğini bu yıl En İyi Kadın Oyuncu olarak kucaklaması işten bile değil!

47. sanat yılında 48. filmi ile karşımıza çıkan büyük usta enerjisinden ve isteğinden hiçbir şey kaybetmediğini göstermekle kalmayıp kariyerinin en iyileri arasına girecek bir iş çıkarmış Blue Jasmine'de. Kendini ararken kaybolan Jasmine herkesin kendinden bir şeyler bulacağı özel bir karakter. Son olarak daha önce önemli rollerde göremediğimiz Sally Hawkins'in de Ginger rolüyle beğeni ve sempatimi kazandığını eklemeliyim. Geriye kalan tek söz; iyi ki filmler çekmeye devam ediyorsun büyük usta!

30 Ocak 2014 Perşembe

Ken Loach Sineması üzerine: Sweet Sixteen (2002)

Ken Loach sineması nedir? diye soracak olsanız, "seni, beni, bizi ve yaşadığımız hayatları en doğal ver gerçekçi haliyle anlatma olgusu" derim. İngiliz Bağımsız Sineması'nın en önemli isimlerinden olan Ken Loach bazı dönemler değişik konu ve türlere kaymış olsa da filmlerinin ana güzergahı-genellikle- banliyöde geçen gerçekçi hayatlar olmuştur. Loach karikatürize edilmiş tipler yaratmayı, ideal olanı anlatmayı asla seçmez onun en büyük derdi insanı olduğu gibi yansıtabilmektir.

Liberalizm'e karşı duruşunu da görürüz bir çok filminde, It's a Free World'de yumruklarını sallamıştır açık açık liberalizme! Torino Film Festivali'nde düşük ücretli taşeron işçi çalıştırılmasını protesto edip kendisine sunulan "büyük ödülü" almaması bile yeter belki Ken Loach'u anlamak için. -İşçi sınıfını en iyi anlatan yönetmen denmesi de boşuna değildir- Loach'a göre para ve onu elinde tutan güçler karşısında daima bir umut vardır ve  bu güç insanın öz benliğinde var olan mücadele güdüsüdür! Sıfırdan başlayıp destansı hikayeler anlatmaması da bu yüzdendir, o sıradan hayatlarda bulmuştur asıl gerçekliği ve umut mücadelesini. Belki çok iddialı bir fikir olacak ama Loach insanı insan yapan gerçek değerleri sakin bir dille anlatma derdindedir daima.


Ken Loach sinemasının izlerini sonuna kadar taşıyan bir film var şimdi karşımızda; "Sweet Sixteen" ya da filmlere yerli isim bulma özürlü yayıncıların verdiği yerli isimle Afili Delikanlı! 2002 yapımı film Cannes, BAFTA ve Britanya Bağımsız Film Ödülleri gibi bir çok kurumdan önemli ödüllere dönmüştü.

Umudun peşinde koşsa da umudun ona inat her geçen gün kaybolduğu Glasgow varoşlarından 15 yaşında bir genç; Liam. Uyuşturucu satıcısı erkek arkadaşı Stan yüzünden hapse giren annesinin tahliye olmasına 3 ay kala kendisinin ve annesinin hayatını yeniden kurma derdine giriyor. Umudun peşinde hayli meşakkatli ve boyundan büyük işlere girişen Liam'ın hikayesi alabildiğine gerçek ve çarpıcı.

Her gün hepimizin büyük veya küçük bir umudun peşinde koştuğu dünyada Liam'ın tek derdi ise Clyde Nehri manzaralı, ancak 2-3 kişinin yaşayabileceği bir karavanı satın alıp annesiyle yeni bir başlangıç yapmaktır. Hayaller ve umutlar güzel ama peki ya hayatın gerçekleri? Gerçekler bir bir gün yüzüne çıkmaya, Liam'ın yüzüne tokat olup inmeye başladıkça kahramanımızla birlikte biz de kocaman açmaya başlarız gözlerimizi. Tüm zorluklar sonucunda her şeyi başardığını sanan Liam'ın dramatik hikayesi hayallerini süsleyen nehrin kıyısında son bulmaktadır yine...


Bağımsız sinemanın ruhundan olsa gerek genel olarak tanınmamış isimlerle çalışan Ken Loach bu filminde de geleneğe sadık kalmış. Liam rolünde izlediğimiz Martin Compston ilk oyunculuk deneyiminde rolünün altından büyük bir başarıyla kalkıyor. Karakter gerçekçiliğine büyük önem veren Loach'un Liam'ı adeta Martin Compston'ın simasına işlediğini belirtmekte fayda var.

Hikayeyi tüm çıplaklığıyla anlatmadaki ustalığını burada da göstermiş Ken Loach. 16 yaşının arifesindeki bir hayatın düşen bir yaprak gibi gözlerimizin önünde kayıp gidişini öylesine yalın ve içsel anlatmış ki hayranlık duymamak elde değil! Liam'ın gözlerinden hayatın karanlık sokaklarına ve umudun yitirilişine atılan o güçlü bakışlar unutulur gibi değil. Basit gibi görünen bir hikayeyi böylesine sağlam ve gerçekçi anlatmaktan geçiyor zaten ustalık.


Sonuç olarak Ken Loach sinemasının bütün "farzlarını" yerine getiren, sarsıcı ve hayal kırıklığını en derinden hissettiren bir film Sweet Sixteen. 106 dakika sonunda, film bittiğinde hüzünlü ve sarsılmış bir ruh hali bırakması da en bilindik yan etkisi!